Mehmet Rauf

Eylül


Скачать книгу

içinde kahırlı geçtiği için her türlü tasavvurundan üstün bulduğu bu karı koca hayatı onu ebedî minnettar etmişti. Sözle o kadar münasebeti olmayanlara mahsus içlilik sayesinde yürüttüğü ince, derin düşünceleriyle bu münasebetin ne gibi şeylerle alakalandığını fark etmiyor değildi. Hele gittikçe eski ateşin azaldığını, eski hararetin her gün biraz daha soğukkanlılığa döndüğünü görüyor, tetkik eden ince bakışlarıyla hepsini hissediyordu. Fakat aralarında bir şey hiç azalmıyor, daima artıyordu ki, o da samimiyet idi. Kocasının samimiyetinden hiçbir zaman şüphe etmek ihtimali yoktu. Her gün, bir gün evvel yine şüphe etmediği samimiyeti daha çoğalmış görüyordu. O derece ki, evlendiklerinden bir sene sonrayı şimdi düşündükçe, o zaman birbirlerine bağlılıklarını teyit için pek kâfi, pek kavi gördüğü samimiyet derecesinin bugünküne göre hiç olduğunu anlıyor, bugün “O zaman nasıl emin olmuşum?” diyeceği geliyordu. O zamanın ateşi ve özleyişi bugün dağılmışsa da kendisi tedbirli, düşünceli bir kadın olduğundan, bugünkü samimiyeti dünkü samimiyete tercih ederek bu dağılıştan duyduğu hüznü gidermeye çalışıyordu.

      Süreyya tekrar pervasızlıktan şikâyet ederek:

      “Bak.” dedi. “Bak Suat, elli lira insanı nelerden mahrum ediyor? Sonra biz de erkeğiz değil mi? Karısını mesut etmek için elli lira bulamayan erkek…”

      Kocasını böyle âciz görmek istemeyen Suat, o öyle düşünmesin, bitkin görünmesin diye:

      “Fakat ben seni böyle daha çok seviyorum.” dedi. Herkes zengin olabilir fakat senin gibi olamaz!”

      Sonra Süreyya’nın kederini dağıtmak için ilave etti:

      “Mademki sen beni kapıp bir yalıya götüremiyorsun, bari ben seni alayım da balkona olsun çıkarayım… Gece o kadar güzel ki, istifade etmemek cinayet sayılır.”

      Bu esnada bahçeden, gecenin bir köşesinden tiz, parlak bir kahkaha daha geldi.

      Suat pencereye doğru yürüyerek:

      “Bak kız kardeşine… O hiç senin gibi düşünmüyor!” dedi.

      Süreyya da balkona çıkmıştı, orada bir hasır koltuğa düşer gibi oturarak:

      “Yanında Necip mi var?” diye sordu.

      Suat öbür sandalyeden pelerinini almış örtünüyordu, gülerek cevap verdi:

      “Galiba.”

      “Kocası babamın yanında değil mi? Tuhaf evlenme, tuhaf koca, tuhaf karı… Hususiyle tuhaf karı…”

      Suat gülerek:

      “Hususiyle tuhaf koca.” dedi.

      Bunun üzerine birbirlerine karşı fikirlerini müdafaa ettiler.

      Süreyya’nın iddiasınca her işte olduğu gibi bunda da babasının fena bir tedbiri neticesi olarak fena bir koca bulmuş olan kız kardeşi Hacer, evlendiğinin bu daha ilk senesi olduğu hâlde kocasından soğumuş; aralarında aleni bir kayıtsızlık hüküm sürüyordu. Fatin, her türlü tasavvurun fevkinde bayağı bir efendi çıkınca bir kuş gibi şen, biraz ince ve hoppaca olan Hacer’de bu derin bir nefret uyandırmıştı.

      Süreyya, tek tük ağaçlarla uzayıp, ta karşıki dağların eteğine kadar giden bağa doğru bakarak tekrar ediyordu:

      “Çılgın kız! Zavallı Necip, geldi geleli elinden çekmediği kalmadı. Geldiğine bin kere pişman olmuştur…”

      Necip, Süreyya’nın halazadesi idi ki, ara sıra köşke misafir gelirdi.

      Ve Süreyya genç, güzel, zarif Necip’i düşünerek eniştesi Fatin Bey’i görüyor, yağlıymış gibi parlayan ensesi, yüzü, daima bir istifade ümidiyle yan bakan küçük, hilekâr gözleri, biraz yüksek omuzlarının üstünde yemek yerken ona bir hayvan şekli veren öne eğilmiş büyük başıyla nasıl iğrenç bir sima olduğunu kabul ederek Hacer’e hak vermek istiyordu. Fatin Bey ötede, gayretli bir namzet gibi beyefendinin gözüne girip evde demirbaş olmak için her şeyi yaparken, uysal görünür gibi ateşli, titiz Hacer’in Necip’i kederine bir intikam vasıtası yapmasından ürküyordu. Sonra dedi ki:

      “Yok, bana öyle geliyor ki, Fatin’in yerinde kim olsaydı, Hacer yine böyle olacaktı. Onda hâlâ çocukluktan kalma bir afacanlık var ki, artık mazeret falan kabul etmez. Kendisini gören mektepten kaçmış, komşu evinde oyun oynayan bir mahalle kızı zanneder.”

      Suat müdafaa etti:

      “Yoo, rica ederim bey, haksızlık etme… Hacer’i daima kabahatli görmeye o kadar alışmışsın ki, artık her ne yapsa fena görüyorsun. Hele düşün, zavallı kız! O güldükçe bir şey beni tırmalıyor gibi geliyor.”

      O zaman Hacer’in düğünden evvelki hâlini tarif etmeye başladı; genç kızın söylediği, itiraf ettiği ümitlerini, emellerini, bütün o genç kızların kadın olacakları zamana dair hülyalarını anlattı. Bugün o genç kız, karşısında birden böyle kaleminde otura otura, ihtiyar memurlar arasında büyüyerek ihtiyarlamış, tembelleşmiş bir koca bulunca ne hâle geldiğini gösteriyordu.

      “Şimdi düşün.” diyordu. “Farz edelim… İşte mesela Necip Bey, ona pekâlâ koca olabilirdi. Öyle biri ile birleşip otursaydı zanneder misin ki Hacer böyle olurdu? Daha doğrusu böyle olsa belki tabii gelirdi. Vakıa şimdi Hacer evvelkinden titiz, evvelkinden hırçındır ama yemin ederim ki fena kalpli değildir. Sen kardeşisin ama benim kadar bilemezsin, kadın kadını daha iyi tanır.”

      Süreyya kendi kendine söylenir gibi:

      “Necip, evet, Necip pek iyi olurdu… Hatta annem de hep onu ileri sürüyordu… Fakat babam ‘Aile içinde böyle izdivaç iyi olmaz!’ dedi gitti… Ondan başka ben de düşündüm ki, Necip Hacer’e pek muvafıksa da kız kardeşim Necip’e hiç layık değildir. Layık olmak şöyle dursun, hatta uygun bile değildir. Necip’e daha iyi terbiye görmüş, daha ağırbaşlı, daha ince bir kadın lazımdır. Hem Necip evlenmekten ölümden kaçar gibi kaçar.”

      Suat gülüyordu:

      “Aman, Necip Bey tuhaftır; ‘Bence evlenmek ölmektir!’ der, durur.”

      “Necip için gelip böyle bir bucağa kapanarak kalmak; baharı, bütün yazı böyle geçirmek… Bunun imkânı yoktur. O serbest alışmış; gezmeye, eğlenmeye alışmış… Ona bekârlık hayatının cazibelerini unutturup kendine bağlamak için, ben kadın isterim! Hacer mi? Hacer, Necip’e kendini bir ay sevdiremezdi. Bizim terbiye ettiğimiz kızlar ne olacak?”

      Suat yeniden güldü:

      “Aman beyefendi duymasın, yine neler söyler!”

      Süreyya omuzlarını kaldırarak sustu.

      Hava gittikçe serinliyor, durgun hava sanki hep su oluyordu; gece berrak, altın pullu mavi tülleriyle titreyerek donuyordu.

      Suat pelerinin içinde büzüldü:

      “Soğuk.” dedi. “İstersen içeri girelim…”

      O anda aşağıdan yükselen bir ses:

      “Pek soğuk, pek!” diyordu.

      Bu Necip’in sesi idi. Suat eğilerek:

      “Biz içeri kaçıyoruz.” dedi.

      Hacer soğuktan büzülmüş sesiyle:

      “Ama bütün bütün kaçmayınız, biz de salona geliyoruz.” dedi.

      Salona geçtikleri zaman Suat camları kapadı; Hacer’le Necip dışardan gürültüyle geliyorlardı. Kapı şiddetle açılarak Hacer içeri atıldı; pelerininin yüksek yakasında kaybolmuş küçük yüzü mosmor kesilmişti. Koştu, elini Suat’ın boynuna uzatarak:

      “Üşümüş