Mehmet Rauf

Eylül


Скачать книгу

ağzına götürmüş, nefesiyle ısıtmaya çalışarak kardeşine bakıyordu. Sonra omuz silkerek Necip’e döndü:

      “Sen korkma, nafile.” dedi. “Onlar hep sözdür… Biz o sözleri hep dinledik… Şimdi asıl senin yapacağın şey sobayı yaktırmaktır.”

      Necip sobayı yaktırmaya giderken Suat dedi ki:

      “Durun Necip Bey, hizmetçiler onu bir saatte yakamazlar, bırakın bana… Siz yalnız söyleyiniz de ateş getirsinler.”

      Süreyya, Hacer’in yanına gelmiş, ellerini eline almış tutuyordu. Hacer, Süreyya’dan korkmamakla beraber ondan daima çekinirdi. Kabahatli çocuklara mahsus bahis değiştirmek fikriyle aynanın önündeki saate bakarak:

      “Ooo, saat dokuz buçuk… Yatmamıza daha vakit var. Bezik oynayalım mı çocuklar?”

      Süreyya bu teklife cevap vermeyerek:

      “Sen küçük olmalıydın da Hacer.” diyordu. “Seni minimini şamarlarla iyice bir dövmeliydim; o zaman belki Necip Bey’in de intikamını alırdım…”

      Necip sobayı yakmak için Suat’a yardım ediyordu:

      “Benim intikamımı mı?” dedi. “Dünyada intikam kadar tanımadığım bir his yoktur. Bugün beni döven birini yarın biri döverken görsem ağlayacağım gelir.

      Şimdi soba alev almış, odunlar telaşlı bir çıtırtı ile yanmaya başlamıştı.

      Hacer, Süreyya’nın elinden kurtularak bezik masasını düzeltmeye başladı:

      “Haydi beziğe, beziğe.” diyordu.

      Suat:

      “Ben oynamam, bakarım.” diye masaya oturdu.

      Hacer de seyirci kalmayı tercih etti. Necip ile Süreyya oynamaya karar verdiler. Onlar oynarken o seyrediyordu. Birden o kadar dalmış, gözlerinin önündeki şeylere dikilen gözleri onları görmeyerek başka âlemlere o kadar uzayıp gitmişti ki, kendinin orada olduğunu oyun bittiği zaman fark etti.

      Necip Bey kâğıtları devşirerek:

      “Dur bakalım daha.” diyordu.

      Süreyya önündeki kâğıtları iterek:

      “Benim canım sıkıldı.” dedi.

      Necip Bey:

      “İşte gördünüz ya, bizim Süreyya ile oyun olmaz.” diye kâğıtları toplamakta Süreyya’ya yardım ediyordu.

      Hacer:

      “Efendim, Allah rahatlık versin!” dedi ve o gittiği zaman Necip kâğıtları bırakarak:

      “Size tuhaf gelir ama hakkı da var ya.” dedi. “Burada oturup da insan yine neşesini muhafaza edebilmek için sizin gibi olmalı. On gün kalmak kararıyla gelmiştim, galiba yarın ilk trenle kaçacağım… Burada nasıl hayat geçiriyorsunuz bilmem ki! İnsan zorla cehenneme girer mi?”

      O zaman Suat, yarın istediği zaman buradan kaçabilmenin, kocası tarafından da bir saadet telakki edileceğini düşündü. Süreyya’ya baktı; o, demin karısına ettiği şikâyetleri şimdi Necip’e dinletmeye başlamıştı. Necip hep hak veriyor, kendinin bir an duramayacağını söyleyerek gittikçe kuvvet bulan kararıyla:

      “Aman, hemen yarın kaçayım!” diyordu.

      Suat:

      “Buradan nereye gidersiniz?” diye sordu.

      “Ada’ya… Şimdi Ada gittikçe güzelleşir, İstanbul’un en güzel yeri bu ayda Adalar’dır. Dayıma gider kalırım… Hele pazar günleri o kadar kalabalık oluyor ki…”

      Süreyya daldığı sükûndan uyanarak:

      “Ben olsam Büyükada’ya gitmem… Daha tenha bir yere… Öyle bir yer olsun ki, ben kalabalık içinde olayım da yine orada yaşamayım… Ben gitsem mesela Heybeli’ye yahut Burgaz’a…”

      Necip gülerek:

      “A, orada bir gün yaşayamam!” diyordu.

      Sonra ikisine de bakarak ciddi bir tavırla:

      “Sizin için oraları âlâdır… Fakat benim gibi yalnız yaşayan bir adam için… Eğer ben de sizin gibi olsam hatta buradan ayrılmam.” dedi.

      Süreyya gülerek reddediyor, burada insanın boğulduğundan, yaşamanın imkânı olmadığından bahsediyordu. O zaman Necip kabul etti:

      “Evet evet, öyle bir yer olmalı ki, insan kalabalıkta yaşamalı,fakat içine girmeden…”

      Onlar konuşurken Suat düşünüyordu ki, kocası gibi kalabalığı sevmez bir adam değil, kalabalık içinde büyümüş Necip Bey bile kendine bir eş bulursa burada kocasının cehennem dediği bu köşede yaşamaya razı idi ve Süreyya’yı böyle, daima neşeli ve yalnız beraber olmaktan başka her türlü endişeden kurtulmuş tutamamak ona büyük bir felaket gibi geliyordu. Düşüncelerinin ta derinlerinde bir ateş, bir küçük korku, bu felaketin sahiden büyümesi fikrinden doğan bir acı gittikçe kendini hissettirmeye başlıyordu. “Ne yapmalı Yarabbim?” diyordu ve Necip söz söylerken hep kendilerinden mesut ve uygun bir eş gibi bahsettikçe, ona memnun ve minnettar bir nazarla bakarak teşekkür etmek istiyordu. Hâlâ saadet rengini muhafaza eden bu müşterek hayatlarının derinliklerinde kendi hissolunmaz, görülmez bezginlikler duyduğundan, o söyledikçe gerçekten onun zannettiği kadar mesut olmadıklarına kanmak istiyordu. Hiç, hiçbir kederleri, ayrılıkları, hiçbir şeyleri yoktu. Fakat işte bu kadar samimi, bu kadar bağlı bir hayata alıştığı için en hissedilmez şeyler ona bir tehdit gibi geliyordu.

      Birden Necip’in “Kabahat daima aynı hayatı sürmekte…” sözü kulaklarını yırttı. Evet, değişmek lazım değil mi idi? Eğer bugün yalnız vücuduyla kocasını her emelden uzak tutamıyorsa ve bunun sebebi hayatlarının daima tek renk olması ise… Bundan sonra o korktuğu geleceği hükmü altında tutabilmek için hayatını değiştirmeli değil miydi? Şimdiye kadar hayatlarını hiçbir hesapla tertip etmemiş, hep vakaların akışına bırakmıştı fakat bundan sonra idare etmek, tertip etmek gerekeceğini anlıyordu. Hatta saadetlerinin bir hâlde devamı onları bezdirmese bile bezginliğe götüren bu duygu içinde tutmakta idi; bu kendisine kâfi bir ders oluyordu. Evet, artık biraz suni olmalı idi. Ve bunu derin bir acı ile hissediyordu. Geçirdiği tabii, endişesiz hayat, hiç kayıtlanmadan bile umulduğundan üstün bir neşe ile daima beklenmedik tebessümlerle gelen, hep güzelliklerle, hep sevinçlerle gelen o sade hayat ona şimdi ele geçmesi imkânsız acı bir lütuf gibi görünüyor; o günlerin yoksunluğu, içine matem gibi çöküyordu.

      Ah çocukları sağ olsaydı… Ve bunu düşünür düşünmez her vakitki gibi ta ciğerlerinden bir şey sızlayarak gözlerini yaşlarla doldurdu. Ah çocuk! Bunu anlıyordu, bir çocuğun, bir ailede nasıl bir rabıta olduğunu, telafisi imkânsız zannolunan neşelere benzeyecek bir başkalık, bir yenilikle, kalpleri nasıl mahzuz ve mesut ettiğini düşünüyor, düşündükçe çocuğunun ölümüne şimdi bunun için de ayrı bir matem tutuyordu. Ah sağ olsaydı, onların hayatını nasıl daima sıcak, daima genç tutacaktı… Bu ölüm kendilerinde o kadar derin bir yara açmıştı ki, Suat tekrar doğurmak için büyük bir korku duyuyor, doğurmaktan çekiniyordu. Ey o hâlde? Bırakacak mıydı? Saadetlerinin hiç böyle görülmeyen, hissedilmeyen fakat tesir eden, tahrip eden ve bir gün bir büyük yara hâlinde meydana çıkacak olan bu kurdunu bırakacak mıydı?

      Kocasını gittikçe bu melale mağlup, gittikçe bu melalin pençesinde o daha güzel geçen zamanlara hasret çeker görüyor, hasret çekişi arttıkça kendine ait duyguları azala azala belki bir gün asıl engel kendisi sayılarak bütün bütün ihmal edileceğini farz ediyordu ve kendi nüfuzunun kaybolmaktan ziyade kocasının başka bir nüfuza, daha kuvvetli bir nüfuza mağlup olması ihtimali onu yakıyordu. Tekrar sormaya başladı:

      “Ey