Mehmet Rauf

Eylül


Скачать книгу

sıra zaafa uğruyordu; şimdi yine o zaaf zamanında idi. Bu karı koca arasında şahit olduğu anlaşma ve yakınlık, bu hararet, bu birinin küçük bir emeli için öbürünün canını verecek derecede telaşı, bu sakin ve mesut muhabbet onu harap ediyordu. Muvaffakiyetleri hep birer hüsran ve azap olan kendi hayatının uzun uzun arzu edilmiş, çalışılmış, kazanılmış muzafferiyetlerinde bile böyle kavi, böyle fedakâr, böyle müşfik ve sıcak samimiyet hamlesine nail olamamıştı. Birçok saadeti, zehirli bir ayrılık yahut muhakkak bir lakaydi ile bitmiş, hiçbiri en mesut zamanında bile şu saadetin sükûn ve letafetine benzeyememişti. Ve bu hayatı tatmadıktan sonra yaşamak ona boş, pek boş geliyordu. “Niçin?” diyor, sonra mutsuzluk ve umutsuzluğun ebedî nakaratı, “Neye iyi!” hitabı takip ediyordu. Onun, zevkin hay ve huyuna tutulmuş, sergüzeştlere meyyal olan tabiatı bunlarla anlaştığı için artık huy olmuş, şimdi kendisinde sükûn ve şefkate, gölgeye, azamet ve şiire müştak bir tabiat uyanmaya başlamıştı. Hayatın en memnun olduğu anında bile ruhundaki eksiklik hissi bir başka ihtiyaç ile dağlanıyordu; şimdi zannediyordu ki, bu ihtiyaç ancak böyle sıcak bir muhabbetle, böyle dostane bir vefa ile tatmin edilecek…

      Ilık bir rüzgârla büyük büyük bulutlar uçuşarak geçtikçe seyrek, ağır damlalar serpiliyor, etrafında bunların yapraklara düşmesinden ileri gelen vezinsiz bir ses hışıldıyordu. Necip ıslandığını fark edip karanlığın içinde odasına giderken durdu, yanı başında şimdi işitiyorum zannettiği asude bir teneffüsle uyuyan bu karı kocanın büyük bir hürmet ve muhabbetle mesut olmalarını temenni etti. Layık olan mesut olur fikri bir müddet zihnini işgal etti. Odasına geçip soyunurken hâlâ bunu düşünüyordu.

      “Evet.” dedi. “Layık olan mesut olur yahut Goethe’nin dediği gibi layık olan kazanır, kazanamayan layık değildir.”

      Sabahleyin Süreyya’nın sesini işitip uyandığı zaman hemen yeni uyumuş gibiydi, o kadar başı küflü ve ağır kalktı fakat panjurları açıp da dışarıdan taze, yeşil, parlak bir yaz sabahı bütün neşe ve tazeliği ile içeri dolduğu zaman derin bir ferahlık hissetti.

      Süreyya “Çabuk, çabuk, treni kaçıracağız…” diyordu. Sonra balkonun parmaklığından aşağı sarkıp “Araba hazır mı Selim, araba?” diye haykırdı.

      Necip beş dakika sonra hazırdı. Onları odalarının önünde buldu, Suat tavsiyelerini bitiremiyor, tekrar ediyordu. “Aman Süreyya, Allah aşkına…” derken Necip birden dün geceki mülahazalarına döndü, gülümsedi. Suat arabaya kadar yanlarında gelmişti. Süreyya “Bağın kapısına kadar beraber gel, orada seni bırakırız, dönersin…” diyor; Suat, “Ya bırakmazsanız…” diye tereddüt ediyordu. Necip, Suat’ın gözlerinde istasyona kadar gitmek arzusunu okuduğundan “İstasyona gelseniz de yine araba ile dönseniz daha iyi olmaz mı?” dedi.

      Karı koca ikisinin de bunu istediği hemen gösterdikleri sevinçli kabulden anlaşılıyordu. Araba hareket etti. Bağın bozuk yolundan bazen devrilecek gibi giderken Necip şu on dakikalık mesafede bile, beraber bulunmak için hatta açıkça itiraf edemeyecek kadar istekli olan bu iki kalbin şimdi yetişmek telaşıyla birbirine bakmadığına dikkat ederek “Beraber olmak yetiyor.” diyor ve tekrar –bulanık ve tortulu cevap vermek yahut tutunmak için mülahazaları daima inkisara uğrayarak– bu hâli bile bir saadet mertebesine çıkaran yakıcı, kavurucu değil teskin edici aşkı, hayır bu aşk olamaz, kalp bağlılığını düşünüyordu.

      Tren hareket ettiği zaman istasyonun arkasında arabasından kendilerine bakan Suat’ı aradılar; elleriyle selamlar göndererek uzaklaşırlarken onun da araba ile yola düzüldüğünü gördüler.

      Vagonda iki kişi yalnızdı. Necip nasıl olup da Süreyya’nın şimdi bu noksanı, hatta kendisini mahzun eden bu kadın noksanını hissetmediğine şaştı. Bu kadar rabıta üzerine bu ayrılığın muayyen bir müddet için olsun kalbi elbette mahzun etmesi gerekirdi. Ve bu kadar sadık bir aşkın bile böyle mahzunlukları olduğunu düşünerek boynunu büktü.

      Süreyya başını trenin hızından hasıl olan havaya açmış yarı durgun, susuyordu. Sonra:

      “Bakalım ne yapacağız?” dedi. Daha sonra ilave etti; “Sahi güzel bir şey bulursak… Suat ne kadar sevinecek değil mi?”

      Evet, Suat… Şimdi onsuzluktan mahzun iken bu mülahaza onu sevindirmek, onun sizi beklediğini, şimdi fikren sizinle beraber olduğunu, her an yanınızda hissettiğinizi bilmek, hissetmek, yanınızda görmek… Bu mahzunluğa sonsuz bir lezzet veriyor, sevilen için çekilen ezaları bir gam damlasıyla karışık bir hoş sarhoşluk hâline getiriyor, zaman geçtikçe bir esef kadar tatlılaştırıyordu.

      Süreyya:

      “Ah bak, akşam bizi araba ile beklemesini tembih etmeyi unuttuk.” diye esef etti. Sonra hemen, “Ama zannederim düşünür ve gelir.” dedi.

      Eğer geleceğini zannetmeseydi haksızlık edecekti; zira Necip, Suat’ı onun kadar bilmediği hâlde bundan şüphe etmiyordu. Ve birden, kendisine daima mevcut olan tahlil vesvesesi ile bu saadetin de derinliklerine girip hakikati görmek merakına düştü. Elbette bunların da göründükleri kadar mesut olmadıklarını, Suat’ın da hakikat hâlde bu kadar kusursuz bulunmadığını tekrar etmeye başladı. Kendisinin bunların karşısındaki hayran vaziyetini pek gülünç buluyordu. İşin karşıdan böyle göründüğünü, esasen kim bilir neden ibaret olduğunu söylerken; niçin hiçbir noksan alameti kendi “müşikâr nazarına”1 isabet etmediğini soruyordu. Birden bir tepki ile “Bu kadarı da bir muvaffakiyet değil mi? Bakalım ben bu kadarına nail olacak mıyım?” dedi.

      Akşama kadar dolaşıp nihayet işlerini sevine sevine bitirdikten sonra trene geldikleri zaman büyük bir rahatlık hissettiler. Önlerinde memnun ve mutlu geçecek birkaç gün vardı. Süreyya muvaffakiyetli zamanlarına mahsus evza ve etvarı ile ve hayal ile anlatıyordu: Şimdi Suat’ı bulacaklar, ona anlatacaklar. Süreyya’nın “mücevher kutusu, fildişi yuva” diye tarif ettiği yalıyı o kadar sevecek… Sonra evdekileri nasıl şaşırtacaklar… Süreyya hepsinin taklidini yapıyordu. Fatin kuduracak, beyefendi köpük saçacak…

      Necip:

      “Ya Hacer?” dedi.

      “Hacer mi? Görürsün, o da kocasına bir yalı tutturacak…”

      Sonra gülerek:

      “Fakat Fatin… Vallah onu boşar da öyle bir halt etmez.” dedi.

      O asıl onu görmek istiyordu:

      “Ah şu Fatin.” diyordu. “Patlayacak, patlayacak…”

      Sonra birden:

      “Patlasa da Hacer de kurtulsa.” dedi.

      Necip, Suat’ın ciddiyet ve metaneti yanında Süreyya’nın da böyle küçük hislere kapılışına bakıyor fakat kendisi de Fatin’i o kısa boynu, daima para görür gibi akı çok gözleri, başını çevirmeden sağa sola bakışı ile o kadar iğrenç buluyordu ki hak veriyordu.

      İstasyonda Suat’ı bulur bulmaz bütün emelleri altüst oldu. Süreyya ona müjde verirken o:

      “Nafile… Her şey bozuldu.” dedi ve merak ettiklerini görerek anlattı:

      “Ben dadıma tembih etmeyi unutmuştum, hepsini Hacer’e söylemiş… Şimdi herkes biliyor.”

      Süreyya eyvah makamında elini alnına götürerek:

      “Ne söylüyorsun Suat?” dedi. Sonra saadetinin çokluğundan onu da bir muvaffakiyet sayarak:

      “Bilsinler, ne yapalım, menetmek de ellerinden gelmez ya…”

      Suat öyle düşünmüyordu. “Beyefendi mâni olmak isterse?” diyordu. Süreyya yavrusunu müdafaaya hazırlanan bir canavar mehabet ve tehevvürüyle