Mehmet Rauf

Eylül


Скачать книгу

bir şevk verdi ki, oturamayarak kalktı, gezinmeye başladı.

      Süreyya ile Necip hâlâ sözlerine devam ediyorlardı. Şimdi Necip ona bir vaka anlatıyor, Süreyya dayanmış, dalgın dalgın onu dinliyordu. Ve genç kadın kocasını bahtiyar ve sevimli görmek için o kadar samimi bir arzu hissediyor, onu mesut etmek, onu hiçbir kadının mesut edemeyeceği kadar mesut etmek için o kadar sonsuz bir kalp kuvveti duyuyordu ki, artık her türlü engele karşı gelmenin kendisi için bir sıkıntı değil bir haz olacağını düşünüyordu.

      Yavaşça çıktı, kocası görmeden babasına mektup yazmak için hemen odasına kapandı. Mektubunu o şimdi gelip görecek diye bin heyecan içinde yazıp bitirdikten sonra hemen zarflayıp dadısının odasına gitti. Küçükten beri elinde büyüdüğü bu ellilik kadın, kocası öldükten sonra Suat’ın rızasıyla buraya, yanına gelmişti. Birçok ricayla onu yarın erkenden İstanbul’a kadar gitmeye razı ettikten sonra yukarıya çıkıp Süreyya’yı hâlâ Necip Bey’le salonda bulunca şimdiden muvaffak olmuş gibi memnun, yanlarına oturdu.

      Sabahleyin uyanır uyanmaz Suat’ın ilk işi hizmetçiye “Dadım gitti mi?” diye sormak oldu. Kız, ihtiyar kadının erkenden indiğini haber verince memnun, kalkıp camları açtırdı. Bol bir güneş gecenin rutubetini silip, bitap buharlar hâlinde oraya buraya dolamış, rüzgârsız havada bunlar asılmış kalmıştı. Ta uzakta, üzerinde tek tük köşklerle ağaçlar kaynaşan bir ovanın ötesinde ufka kadar deniz görünüyordu.

      Süreyya’ya “Acaba Necip Bey gitti mi?” diye sordu. Süreyya bir koltuğa uzanmış düşünüyordu; bunun üzerine kalktı, “Sahi… Ama daha gitmemiştir. Gidecek olsaydı gece veda ederdi. Dur bir kere bakayım…” dedi ve camlı kapıyı açarak, köşkün üç tarafını çevreleyen balkonda yürüyüp öbür cephede bir pencerenin önünde durdu. Necip, pencerenin yanındaki koltukta dalgın oturuyordu.

      “Ben seni uyuyor zannetmiştim.”

      “Ooo! Saat bir, bu zamana kadar uyumak için insan miskin olmalı! Hele ben buranın asıl sabahını severim. Şehrin gürültüsü içinde yaşadıkça insana biraz sükûn, biraz kır, bir iki kuş sesi pek hoş geliyor.”

      “Evet, burada eğreti oturduğunu bildiğin için sana öyle gelir…”

      Necip ileride kütüklerin arasında entarisiyle dolaşarak yanındaki bağcı ile bir şeyler konuşan beyefendiyi göstererek:

      “O hiç sizin gibi düşünmüyor!” dedi.

      Süreyya hiddetle omuzlarını kaldırdı:

      “O da eğer bu sene bir salkım üzüm alabilirse…”

      Güneş tatlı bir okşayışla sıcaklığını duyurmaya başlamış, pencerelerden giren ışık içerinin yarı gölgesinde güler yüzlü parıltılarla resimleşiyordu. Sessizlik içinde hafif sesle bahçede konuşan beyefendinin lakırtılarını işitiyorlardı. Süreyya:

      “Annem geliyor.” dedi.

      Balkonun öbür tarafından annesi geliyordu. Gülerek bahçede kocasını gösterdi. Süreyya başını sallayarak:

      “Gördük.” dedi.

      Hanımefendi, Necip’e rahat edip etmediğini soruyor, Süreyya ona vakit bırakmayarak:

      “Garip sual.” diyordu. “Sanki burada boğulmaktan başka bir şey varmış gibi… Şimdi sıcak gittikçe ateşlenerek, her taraf bir fırın, ağaçsız, rüzgârsız bir külhan gibi şiddetle yanmaya başlar… Hiç o zaman gelip sormazsınız. ‘Nasılsınız? Terliyor musunuz? Boğuluyor musunuz?’ demezsiniz… Rüzgâr çıksın diye saatin dokuzunu beklemeli…”

      Arkadan Suat’ın sesini işittiler. Gülerek hanımefendiye:

      “Vallahi benim kabahatim yok anneciğim.” diyordu. “O kabil değil, bu sene burada oturmayacak…”

      Hanımefendi gülerek:

      “Öyle ya, bir yalı tutar, alır seni götürür.” dedi.

      Necip dedi ki:

      “Ne iyi olur vallah. Bir küçük yalı… Karı koca istediğiniz gibi bir yalıyı otuz liraya tutarsınız.”

      Suat, birden kalbi atarak sordu:

      “Otuz liraya mı?”

      Süreyya annesinin elini tutmuş, ona şikâyet ediyor, yalvarıyordu. Annesi gülerek başını sallıyor:

      “Kabil değil, imkânı yok.” diye tekrar ediyordu.

      Babasının elindekini avucundakini çubuklara verdiğini, hatta parasızlıktan şikâyet ettiğini söylüyor, kendisine gelince, “Ben nereden bulurum?” diyordu.

      Süreyya:

      “Ah sizde ne çıkınlar vardır!” diyor.

      Annesi gülerek:

      “Otuz lira… Mümkün değil… Sen erkek değil misin, bir karını besleyemiyorsun?” diye eğleniyordu.

      O zaman Süreyya hiddetle:

      “Evet hakkın var.” dedi. “Fakat ben maaşımla ancak boğazımızı temin edebilirim… Peşin otuz lira… Bunun için borç mu etmeli?”

      Onlar konuşurlarken Suat kocasına işittirmemeye çalışarak Necip’e dedi ki:

      “Bugün gidiyor musunuz?”

      Necip tereddüt ederken, burada kalmanın onun için bir fedakârlık olduğunu düşünerek rica eden bir sesle ilave etti:

      “Bugün kalınız!”

      Sonra bunu da kâfi görmeyerek:

      “Kalınız, size ihtiyacım var.” dedi.

      Bu ses, bu eda o kadar esrarengiz, o kadar tatlı idi ki Necip hatta şaşmış bile görünmeden baş eğdi.

      2

      Suat onları sıkmadan akşamı etmek için ruh tüketti. Süreyya’yı bütün bütün kızdırmak istiyormuş gibi hava o kadar sıcak, o kadar durgun olmuştu ki, hepsi baygın baygın, perdelerin arkasına sinen serince gölgeye sığınmıştı. Fatin ile Beyefendi İstanbul’a, kalemlerine gittiklerinden evde iki erkekle üç kadın kalmıştı. Hacer ise bugün öğle yemeğinden evvel görünmedi. Onun merak edip ehemmiyet verdiği şeylerde böyle birden küsüşleri, sebepsiz ihmal edişleri vardı ve bu sabah sarışın vücutlara mahsus hassasiyet ile pek sıkıntılı olduğuna hükmederek onlar, Suat’la iki erkek otururlarken Suat gezmek teklifini mümkün görmediğinden nihayet piyanoyu bir kurtuluş çaresi olmak üzere kabul etti. Necip’in musikiyi pek sevdiğini bildiğinden onu eğlendirebilmek için birçok zamandır ihmal ettiği piyanosuna geçti.

      Süreyya uzanmış olduğu minderde, gözleri tavana dikilmiş, kımıldamayarak:

      “Sıcakta dinlenmiyor.” dedi. “Sonra gülerek, maahaza çal Suat, teşekkür ederim, etraftaki haşerat uğultusunun yanında piyano hakikaten musiki yerine geçiyor.” diye güldü.

      Necip, bilakis pek mahzuz olarak, bir alçak sandalye ile köşede piyanonun yanına gelip oturmuştu. Suat çoktan beri çalmadığı havaları çalmakta güçlük çekiyor, elinin maharetinin, tembelliğinin cezası olarak kaybolduğundan bahisle şikâyet ediyordu.

      Evin içinde mütemadiyen piyanonun nağmeleri dalgalandı. Yemek haberi geldiği zaman Süreyya uzun bir of ile kalkarak koştu, piyanonun kapağını kapadı, “Musiki ile idam!” diye eğlenerek, “Aman kurtulduk Yarabbim! Sen de mi eza melaikesinden oldun Suat?” diyordu.

      Sofrada yine o bahsi açtılar. Necip şikâyete başlamadan hanımefendi gülerek:

      “İşte yalıya gidiyorsunuz ya!” dedi.

      Süreyya acı bir rica ile:

      “Evet,