Bana karımı çekiştirdi; evet bana Suat’ı… Anlıyorsun ya? Dur, şuraya girelim, kurdele alacağım. Malum ya, kadın işleri bitip tükenmez… Fakat şikâyet etmeye gelmiyor, azizim; hain şeyler, pek pahalı ama onlarsız elbise de bir şeye yaramıyor…”
Süreyya böyle gamsız kuşlar gibi gevezelenerek her şeyden hafiflikle bahsederken Necip bütün birer saadet olan bu şeylerden mahrum geçen kendi hayatını düşünüyordu. Tünel’e geldikleri zaman Süreyya:
“Artık bana müsaade.” dedi.
Onu çeyrek geçeye doğru Yeniköy’e giden vapura yetişmek istiyordu. Arkadaşının elini sıkarken:
“Ey ne zaman?” diye sordu. Necip tereddüt ediyordu. Süreyya:
“Karışmam. dedi. “Sonra Suat’ı darıltırsın… Onda bilsen ne hazırlıklar var… Senin için ayrıca bir oda hazırlıyoruz… Görüyorsun ya, gelmek bir vazife oluyor. Ne vakit gelsen evdeyiz. Ben haftada iki gün İstanbul’a inmek istiyorum ama daha karar vermedim… Bir de sandal bulduk, onu da alırsak, gelsin keyif. Sahi sen sandalcılığı sevmezsin… Ooo, düdük öttü, adiyö!”
Koşuyordu. Necip arkasından seslendi:
“Selamları unutma…”
Süreyya:
“Unutmam, unutmam.” diye kayboldu.
Necip dönerek kalabalığa karıştı. “Kim der ki şu adam beş senelik bir kocadır!” diyordu. Bu kendisinin yaşamak ve evlenmek hakkındaki bütün felsefesine muhalif bir hâldi fakat işte vaki idi. Ve hayalen Süreyya’yı görüyor, Suat’ı beklerken görüyor, yine onların şevk ve huzur ile geçecek gecelerinin yanında kendi geçireceği gecenin acılığı şimdiden kalbine çöküyordu. Birden:
“Adam sen de, bunlar hep hülya!” dedi. “Onun yerinde ben olsam ilk haftadan bunalırım… Zaten ben hiçbir şeyden memnun olmamak nasibi ile doğmuş değil miyim?”
4
Necip böyle düşünmesine rağmen o pazar Ada’ya gidecek yerde Boğaz’a gitti.
Vapur, Boğaziçi’ne koşuşan halk ile taşarak köprüden çözülüp Boğaz’ın mavi göğsüne gömüldükçe içi açılıyor, gitgide kendinde bir ferahlık duyuyordu. Etrafına bakarak hepsi de memnun, güler yüzlü görünen yolcuların bahar ile kendilerinden geçerek sürdükleri hayat, ona duyduğu sevinçle çok zevkli bir hayat gibi geliyor, geniş nefes alarak, dalgalanan kır yeşilliklerinin, renk renk çiçeklerin taze kokularıyla içinde bir canlılık, bir ferahlık duyuyordu.
Bütün melal ve sıkıntısı Beyoğlu’nun karanlık sokaklarında kalmıştı. Her yüzde bir neşe vardı. Vapurun üst güvertesini dolduran halk içinde, kadınların hepsi ona bugün, arzulanmaya değer bir güzellikte görünüyordu. Sahil binalarının yan yana ve birbirlerini kovalamalarındaki hazdan yarı sersem, gözlerinin önünde kaynayan şu coşkun hayattan yarı baygındı. İskeleler kendilerine gelen yolcuları boşalttıkça vapur bir kere nefes alıyor, biraz hafifliyordu. Büyükdere son yolcuları alıp vapur âdeta boşaldığı zaman Necip kendini topladı. Şimdi nasıl bir sevinçle, gıllıgışsız temiz kalplilikle, nasıl bir saadetle karşılanacağını düşünerek seviniyor, gülüyor, nihayetsiz bir memnuniyetle telaş ediyordu. Yalıya doğru yaklaştıkça bu telaş heyecan oluyor, Suat’ı, Süreyya’yı şimdiden görerek kalbi çarpıyordu.
Evvela kendisini Suat tanıdı; eliyle işaret ederek içeri seslendi, o zaman pencerede karı koca ikisinin de başları göründü. Süreyya uzun bir “Ooo!” ile selamladı. Kapıyı hizmetçi kız açtı. İçeri girer girmez kendini merdivenden koşarak inen Süreyya’nın karşısında buldu. Bu sevinçli bir karşılayış oldu. Süreyya:
“Ne iyi ettin de geldin.” dedi. Yukarı çıktılar, Suat ile beraber Süreyya da, Necip’e bugün geleceğini umduklarını söylüyordu. Necip merak ederek:
“Neden?” dedi.
Süreyya izah etti:
“ ‘Hava sabahleyin o kadar parlak, o kadar nefis idi ki.’ Suat, ‘Bugün Necip belki gelir.’ dedi… Ah sabahları erkenden buradaki güzelliği, tazeliği tarife söz bulamıyorum. Denizin nezaketini, tazeliğini, yeşilliğini, nihayet şu Boğaziçi sabahının bekâretini görmeli Necip… Fakat bugün Ada’ya gideceğini bildiğimiz için üzülüyorduk. Buna rağmen bilmem niçin, yine umuyorduk.”
Gülerek karısına baktı:
“Hatta Suat hazırlıkta bile bulundu; malum ya, artık o ev kadını oldu.”
Suat kızararak yarı sitemli:
“Fildişini, beyefendiyi misafir kabul edecek bir hâle koymaya uğraşıyorum.” dedi.
O zaman Necip lafa girdi. Gece Beyoğlu’nda ne kadar bunaldığını, bugün Ada’ya gitmek istediği hâlde oraya gidip birtakım renksiz çehreler, lakayıt dostlar, bigâne kalpler göreceğine gelip fildişi yuvalarındaki dostlarının misafiri olmayı tercih ettiğini anlattı.
“Ah görseniz artık.” dedi. “Görseniz artık Beyoğlu ne kadar tahammül edilmeyecek hâle geldi. Sabahları yine biraz serince oluyor, rutubet biraz işe yarıyor fakat sabahları da Beyoğlu’nun o baş ağrıtan satıcı gürültülerinin evlerin içinde nasıl çınladığını bilseniz… Sonra, öğle oldu mu, durmak, oturmak kabil değil. Toz, güneş, ter! İnsan boğuluyor, boğuluyor! Onun için buraları adama bir köy gibi geliyor. Hele bu Yenimahalle… Sahiden fildişinden yuva… Uzak, uzak… Sanki kaçmış, kaybolmuş… Ah buraya gelip dünyayı unuttuğunuza ne iyi ettiniz!”
Süreyya muvaffakiyetinin gülümseyen saadetiyle ilave etti:
“Unutmuş ve unutulmuş, değil mi?”
Sonra Necip’i elinden tutarak:
“Hele şimdi gel de sana kafesimizi gezdirelim, servetimizi gör… Bir kere balkonlu odaya gidelim de bak manzaraya.” dedi.
Bir merdiven çıkarak deniz üzerindeki salona girdiler. Burası evin eni kadar geniş bir oda idi. Panjurları açınca evvela bol bir ışıkla gözleri kamaştı. Suat ilerleyerek balkona çıkan orta kapıyı da açtı, üçü birden balkona geçti. Saçaklarından girmeyen güneş, beyaz, taşkın bir ziya ile burayı, içeriye doğru gittikçe gölgelenen bir parlaklığa boğuyor; denizde, dalgaların oyunlarıyla kıvrımlanarak akseden gölgeler bile bir gümüş beyazlığı ile yıkanıp kendini açığa vurmayan bir sıcaklık içinde güneşten gelen kahkahalar gibi billurlaşıyordu.
Süreyya:
“Asıl buraya bak!” dedi. Karşısında Anadolu’nun Kavaklar’dan başlayıp Beykoz’dan geçerek Paşabahçesi’nden ta Çubuklu’ya, sonra Yeniköy’den başlayıp bütün Tarabya’ya, Büyükdere Koyu’nu takip ile Masarburnu’na kadar gelen kıyılar arasındaki çok büyük, geniş gölü gösterdi. Eliyle işaret ederek:
“Nasıl! Tıpkı bir göl, değil mi?” diye sordu.
Necip:
“Cidden güzel!” dedi.
Balkonun kenarına kadar ilerlemişti. Hafif bir rüzgâr okşamasıyla dalgalanan deniz, güneş altında baygın, dermansız serilmiş, girintili çıkıntılı bir gümüş yayla inceleniyor; kıyıların üstünde gözü alabildiğine sürükleyip ufuklarda yoran tepelerin her biri başka gölgeler, dumanlar altında, havasının ateşten titrediği sezilen eflatun, kurşuni, sarı dağ çizgileri, en nihayet geniş bir denizle ışıklar altında ufka gömüldüğü sanılan adalara benzeyerek, ateş koru üstünde ürpere ürpere, ses vermeyen setler gibi sıralanıyordu.
Süreyya tekrar:
“Nasıl muhteşem değil mi?” diye sordu. “Sonra birden alevlenerek, ‘Ya bu rüzgâr!’ dedi. Sorarım sana,