Mehmet Rauf

Eylül


Скачать книгу

ben fedakârlık mertebesine çıkan şeylerden bahsetmiyorum.” dedi.

      Ve piyano bahsi oluncaya kadar hep bağdan, bağdakilerden bahsettiler. Bu neşeli bir konuşma oldu. İki sözde bir Fatin ile beyefendi ortaya çıkıyor, Hacer’in sesi işitiliyordu. Sonra Necip, Suat’a piyano çalmasını rica etti.

      “Demin Süreyya’nın anlattığı bu hayatın imrendiğim saadetine bir saat sonra nail olayım, benim de ömrümde bir gün bulunsun!” diye iltimas etti.

      Suat şikâyet ederek uzun müddet piyanosundan uzak durduğundan hâlâ barışamadığını, notalarının karmakarışık olduğunu söylüyordu. Nihayet piyanoya geçmek icap etti. İki erkek balkonda kalmış, salondan gelen piyanoyu dinliyorlardı. Süreyya rüzgârın bir müddet tereddüt edip durduğu bu sıcak anı, her gün böyle öğle vakti serinlik bitip her şeyin sustuğu, beklediği zamanı ihtar ederek:

      “Görüyor musun!” dedi.

      Şimdi deniz durgun bir havuz hissini vererek, sıcak güneşin altında kurşun gibi ağır, uzanıp gidiyor, hararet havayi nesimi içinde titrek, değişken fark ediliyordu. Rehavet bir dereceye gelmişti ki, gözleri ağırlaşmış, manzarayı yalnız kirpiklerin arasından süzülen bir bakışla görüyorlardı.

      Ve içeriden bazen piyanonun damla damla koşuşan, bazen birbirine karışarak tedricî bir tarraka ile yükselen, sonra birer birer süzülerek ölen sesleri devam ettikçe bu tasavvurun fevkinde bir mestlikle onu işgale başladı.

      Bu Traviyata’dan bir parça ile başlamıştı. Fakat Necip sonrasını hatırlayamıyordu, bir andaluz serenadı gibi geliyordu. Sesler, kâh billur gibi şakıyarak, kâh matemli sürüklenerek, kâh şevk ve şetaretle yükselip sonra yeis ve fütur ile dökülerek devam ettikçe bütün kurduğu hülyalar karanlıklara boğuldu. Fark ve hissedememeye, hatırlayamamaya başladı; sanki yaşamıyordu.

      Birdenbire saatin sesini işitti, bu ses onu uyandırdı. Süreyya sandalyesinde uzanmış, gözleri kapanmış, dalmıştı; piyano hâlâ ağır ağır, içinden gelen bir dert ile inliyordu. Teşekkür etmek için içeri girdi. Suat onu görünce tebessüm ederek:

      “Çaldığım havalara yazık oluyor, değil mi?” dedi. Necip “bilakis” makamında başını salladı. Bitirince Suat tekrar şikâyet etti. Piyanonun önünde en iyi bildiği morsoları bile artık şaşırdığını söylüyordu.

      “Hele notalar.” diyordu. “Görseniz ne hâlde… İçinden çıkmak kabil değil… Çocuk kitapları gibi olmuş… Birçoğunu bulamadım, karıştırıla karıştırıla birbirine girmiş… Bilmem bazıları da ötede mi kaldı, konakta mı?”

      Necip notalara göz gezdiriyordu; bunların ekserisi meşhur operalardan fantazyalar, potpuriler idi fakat o kadar harap bir hâlde, o kadar eksik idi ki kendi kendine İstanbul’dan gelirken birkaç yeni morso getirmeye karar verdi. O zaman tekrar aklına İstanbul’a gideceği geldi. Saate bakarak:

      “Ooo, saat dört buçuk.” dedi. “Acaba vapur kaçta var?”

      Ve Suat’ın şikâyetli bir bakışı önünde yarı tereddütlü:

      “Temin ederim ki.” diye başladı, kendini burada kalmamaya icbar eden bütün sebepler diye bulduğu şeyleri izah edince kani olmuş görünen Suat:

      “Bari sizi Tarabya’ya kadar geçirelim.” dedi.

      Sonra yüksek sesle dışarıya seslendi, cevap alamayınca sesini daha yükseltti:

      “Bey, bey, uyuyor musun?” dedi.

      Şimdi rüzgâr çıkmış, balkonun bir tarafındaki tente çırpınarak patırdıyor, denizin armonili akması, kesilmeyen bir sevinçle şakıyordu. Süreyya uyandığı zaman Suat’ın fikrini pek muvafık bularak:

      “Ne âlâ, ne âlâ!” dedi.

      Necip’in bu hareketinin bir hainlikten başka bir şey olmadığını iddia ile:

      “Şimdi kalk sen daha sabahleyin şikâyet ettiğin o miskin, tozlu hayata gir.” dedi. Sonra Suat’a göz kırparak, daha doğrusu akıl da ermez ya… Yemin edebilirim, bu gece bütün masumiyetinle hemşirende kalmak üzere kaçmıyorsun… O tozlu Beyoğlu’nun örümcekli bir apartmanına… Değil mi?” latifesine dökülüyordu.

      Necip Suat’ın yanında sıkılıyor, gözüyle işaretler ederek susturmaya uğraşıyordu.

      Suat:

      “Karar verildi, değil mi beyler?” dedi.

      Beş dakika müsaade talep ederek çekildi. Süreyya elbisesini değiştirmek için iki dakika izin aldı ve karı koca gittikleri zaman yalnız kalan Necip sabahleyin o kadar çekiştirdiği Beyoğlu’nu şimdi ne kadar özlediğini düşünerek kendine şaşıyordu. O zaman da samimi idi, şimdi de samimi olduğunu görüyordu. Kendinin böyle birbirine zıt birçok tavır takınıp hareketlerde bulunması, hepsinde de samimi oluşu onu çözümünü bulamadığı bir muamma gibi meşgul eder, iki katlı değil, yüz katlı bir kadın kalbi gibi birbiri içinde esrarengiz kutu olduğunu zannettirirdi.

      Önce Süreyya geldi, “Ben hazırım!” dedi; Suat da hazırlanıp geldiği zaman yol müzakeresine başladılar. O Büyükdere’ye kadar yayan gidip oradan bir arabaya binmeyi teklif ediyordu. Süreyya çarşıdan geçmemek için sandalı tercih ediyordu. İkisinin de fikrinden birer parça kabul edildi; sandal ile Büyükdere’ye gidecekler, oradan arabaya bineceklerdi.

      Yolda çayırdan geçerken, Süreyya daha vapura vakit olduğundan bahsederek arabayı biraz Bentler yoluna sürdürdü ve iki tarafı bütün ağaç ve çayır olan bu yoldan giderken onlara uzak bir saadetten bahseder gibi çiftlik hayatından bahsetmeye başladı. Necip:

      “Ne olsa öyle hayatlara gelemem; bana hay ve huy, gürültü, sersemleşmek lazımdır.” diyor, Süreyya o hayatı mübalağalarla methederek asude, sakin geçecek bir çiftlik ömrü için bütün bu sahte ihtişamları feda edeceğini temin ediyordu.

      Necip, Suat’ın Süreyya’ya nasıl baktığını dikkat edip, “Evet.” dedi, “Seni oraya kadar takip edecek bir yol arkadaşın olduktan sonra…”

      O zaman Suat’ın gözleri müşfik bakışlarını kaybetmeksizin Necip’e döndü ve bu bakış o kadar derin, sıcak bir muhabbet ile nemliydi ki Necip ruhu eriyor zannetti. Bir saniye mesut bir helecanla titredi. “Evet, böyle bir bakışla insan dünyanın öbür ucuna gider.” diye düşündü. Çöllere gider, dağlara gider… Onun şimdi terk etmek istemediği hayat, bir çölden başka ne idi? Gölgesiz, susuz, vahasız, hatta serapsız bir çöl…

      Evet, hatta serapsız… Fakat bazen en ehemmiyetsiz tebessümler, hatta kendine ait olmayan bakışlar bile ona bir şiir taşkınlığı verir, onu canını feda etmek ihtiyaçlarıyla inletirdi. “Ah tenakuz… İnsan değilim, muadeleyim…” diyordu.

      Ayrılırken Suat tekrar ediyor; “Çarşambaya, değil mi Necip Bey?” diye soruyor, Süreyya, “Erken gel de Bentler’e gidelim.” diyordu. Karar verildi; çarşamba günü akşam gelecek, ertesi gün sabahleyin Bentler’e gidilecekti. Necip kalabalık içinde vapura girdiği zaman bir kenara geçip onları görebilmek üzere baktı. Suat elinde küçük kırmızı şemsiyesi, arabanın içinde sade omuzları görünen siyah çarşafıyla, yere inmiş, dayanmış duran Süreyya ince uzun boyuyla o kadar mesut, o kadar güzel görünüyordu ki, onların yanında duyduğu saadet ve kalp rahatından onlardan ayrılınca mahrum olmuş, o saadeti uzaktan görüp ne yabancı kaldığını anlamış gibi melül, ayrıldığına pişman oldu. Onların salladıkları ellere mukabele ederken “Budalalık ettim!” diye esef etti. Onlar küçüle küçüle bir nokta olunca azalarak nihayet yeise çevrilen bu sevinç gibi acı, muzmahil bir kasavet içinde kalıyordu. Bu güzel geceye tercih ettiği Beyoğlu gecesini, buluşacağı kadını düşünerek geceyi