Mehmet Rauf

Eylül


Скачать книгу

bir yol çıktı. Suat “Aman biraz da buradan!” dedi. Bu Tokat’a gidiyordu; Necip bu yolu, nihayetteki büyük ormanı tarif ederek bir kere buralara geldiğini anlatıyordu. Etraf hep bahçeydi.

      İspinozlar neşeleriyle burasını doldurmuşlardı. Sükûn içinde yanlarından geçen rüzgârın yapraklarla öpüşmesinin şarkısı duyuluyordu.

      Döndüler, oradan geçen bir adama derenin öte tarafındaki yolu sordular, onun gösterdiği yerden geçtiler. Bu, derenin öbür sırtında, otların arasında kaybolmuş bir patika idi ki küçük söğütlerle belli oluyordu. Yanı başından ince, bir kuş gibi öten ince bir su akıyordu. Burada çayır yüksekten, yolun ağaçlarındaki mehabet, derenin yılan gibi kıvrılıp bükülen şeridi, çayırın bütün renk ve dalgacık olan sathiyle baygın baygın serpiniyordu.

      Onlar gittikçe coşarak, neşelendikçe neşelenerek kuşlar gibi cıvıldadıkça Necip, birçok zaman kendisini neşelendiren yasının ve acısının ara sıra yaptığı gibi sessiz ve karanlık, ruhunu ezen bu acıklı bezginlik içinde çok bahtsızdı. “Ya ben! Ben ne yapayım?” Niçin o daima böyle idi? Dünyada durgunluk ve rahatın hep kuruntu olduğunu görüp kendini üzen şeylerin de hep kendi muhayyilesinin, kendi dileğinin icatları olduğunu düşünerek kendisine, ruhuna karşı bir şey yapamadığından, kendini iyi etmek için bir çare bulamadığından deliren bir hiddet ve öfke duyuyordu. Evvela yerden havalanmak için gökyüzünü kâfi bulmayan bir güzel hülya, yüksek bir emel, bir ismet isteği ile boğulur, o zaman bir hiç için canını verecek hâle gelirdi. Fakat sonra yine o hiçlerden biri ile bütün havalanarak yükselme hevesi yaralanır, her güzeli bir yara hâline koyan incelme duyguları uyanır, hayatın, dünyanın, insanların, ruh ve kalbin ne olduğunu soğuk kanla, kendine karşı bile düşmanca, bir damla şiire mağlup olmayarak, arzularının ne iğrenç, emellerinin ne gülünç, muvaffakiyetlerinin ne miskin, bütün saadetlerin, neşelerin, ne kadar süslü olursa olsunlar ne mundar olduğunu düşünmekten doğan yeis ve bezginlik ile harap olur; sisli, küflü kalırdı. Ah, ara sıra ruhunu heyecanla ürperten o masumluk güzelliğine her zaman meyledebilseydi; herkes gibi o da hayatı sade ve masum gözlerle görseydi… Hayat onu kollarının arasına alıp tırnakları, dişleri ile paralayarak bu hâle getirmemiş olsaydı…

      “Hâlbuki…” diyordu… Evet, bilirdi ki ona sükûn ve şiir ne kadar lazımsa ruhunda fırtınayı, karanlığı, esrarı da öyle derin bir özleyiş vardır. Bu sükûn devrelerinden sonra şimşek ve yıldırıma muhtaç olacağını bildiği için başını eğerek, “Hâlbuki…” diyordu.

      Şimdi tabiatın bu bereketli gelişmesi içinde, su ile şişkin toprakların, otların, çiçeklerin içe işleyen güzel kokuları ile bütün duyguları coşarak onu ateşli bir acele ile hırstan ürpertiyordu. Her şeyin böyle çiçekli, güzel kokulu olduğu, önünde böyle fısıldayarak giden bir karı koca bulunduğu bir zamanda ta ruhunun derinliğinde titreyen acıklı bir istekle, beğenmemekten, iğrenmekten, kadınsız geçen yoksun hayatının bütün verimsiz ihtiyaçları ile saadet isteklerinin taştığını duyuyordu. Fakat onda her düşündüğünü işlemez bir hâle sokan dimağı yine işlemeye başlamış, kendisi Süreyya’ya benzemediği için onlar gibi mesut bir evlilik hayatı kurmuş olsa bile yine acılar icat edeceğini, hem bu hayatın da kim bilir ne kirli, ne acı köşeleri bulunduğunu düşünmeye başlamıştı.

      “Evet, kim bilir sizde de neler vardır? Uyuyan yahut gizlenmiş neler vardır?” diyordu.

      Ah eğer Suat ve Süreyya arkalarından bastonuyla otları kırbaçlayarak gelen, ara sıra birkaç sözle konuşmalarına iştirak eden yahut gördükleri şeyler hakkında bir düşüncesini söyleyen ve hatta şen görünen Necip’in ruhundan neler geçtiğini bilselerdi onu ne kadar iğrenç bulurlardı ve Necip, işte kendisi de kendinden iğreniyor ve asıl bu, onu azaba sokuyordu. Yine o dimağının sesini yükselterek “Lakin herkesin hayatında da böyle başkalarının iğrenç bulacağı anlar vardır.” demek istiyordu. Fakat onu öldüren herkesten ziyade kendisinin fenalığı idi. Kendine hürmet edememek kadar ona azap veren bir hâl yoktu.

      Kendinden korktuğu, ruhunun karanlığından ürkek bir istikrah duyduğu zamanlar, “Ah ne kirli bir muammayım!” diyerek kendindeki bu iki ruhu, bu bazen hep mai ve saf fakat ekseriya böyle kanlı, murdar maneviyatları düşünür, daimî bir ses hâlinde içinden kendine “Canavar!” diye hitap eden bir vicdan bulurdu. Etrafında hep kötülükler görmesi, bunları kendinde bulmak kadar onu öldürmüyordu. Kendi o kadar yükseklere tutkun olduğu hâlde bu kötülüklerden el çekemezse başkaları ne olur diye düşünerek kendinden kaçmak ister, masumluk hayvanlıkla zincirlenmiş gibi onda daima boğuşur, hiçbir zaman yapmadan evvel, yaparken ve hele sonra ateşler içinde yanmadan, başkalarının içgüdüsü ile yaptığı adi fenalıkları bile yapamazdı.

      Birden Suat döndü:

      “Susuyorsunuz siz.” dedi.

      Necip bir yalan bulmak için sıkılarak:

      “Şu yola bakıyordum.” diye cevap verdi.

      Sonra ilave etti:

      “Galiba gelirken gördüğümüz Küçüktepe’ye çıkıyor… Ne idi o, Serviburnu mu diyorlar ne diyorlar.”

      Suat şemsiyesiyle göstererek:

      “Şurası mı?” diye sordu.

      Süreyya kopardığı bir çiçeği ceketinin iliğine iliştirmekle meşgul:

      “Ha, Serviburnu.” dedi. “Gidelim mi? Zannederim daha vakit var.”

      Ve oraya çıktıkları zaman rüzgârın sönmüş, denizin gümüş bir gevşeklikle bayılmış olduğunu gördüler. Zeminin dalgaları dağıldıkça içeri doğru tepeler, gittikçe silsilelenen bayırlar, sonra dağlar hasıl ediyor ve her noktası tatlı yeşil bir çimenle baştan başa örtülü görünüyor, oradan ta Hisar’a, Kaplıca’ya kadar görünüyor, ikisi arasında akan mavi suların dumanları içinden Boğaz’ın bükülerek, kıvrılarak dolanan yolu fark ediliyordu. Güneş Tarabya’nın üstünde, bir aynada görülüyormuş gibi kamaştıran ateş beyazıyla bir güneş değil, hudutsuz, şekilsiz bir cehennem levhası gibi ufku bekliyordu. Kıyıdan geçen bir römorkörün ağır adım sesleri sayılıyor, ılık hava nefessiz, dalgasız uyukluyordu.

      Suat biraz yüksek olan kenara yaklaşmış, “Oo!” diyordu. Hep oraya gittiler. Sığ sahilde kaya parçalarını gösteriyordu. Buranın cam göbeği kumları üstünde denizin kıvrımları gümüşlenerek hareleniyordu. Dibindeki en ufak taşlar bile elle gösterilerek sayılacak kadar duru olan deniz gitgide yeşili mavileşerek uzuyor, kırmızı rengiyle denizi boyayan dubadan sonra karşı sahile gittikçe kâh yeşil, kâh mor, kâh mavi uzanıyordu.

      Suat gülerek ve burundaki taşları, suyun altında görünmeyen kayaları göstererek:

      “İşte şurası tehlike burnu.” dedi. “Bütün gemiler Boğaziçi’nin dehşetli fırtınalarında buradan korkarlar!”

      Necip sordu:

      “Acaba sandallar da mı?”

      Süreyya karşıda Büyükdere rıhtımı önünde durularak dere gibi sahilin bütün binalarını koynunda aksettiren denizden başını çevirip bakarak güldü:

      “Galiba yalnız sandallar… Hatta durgun havada bile… Zannederim asıl durgun havalarda… Baksanıza…”

      Eliyle geniş bir çizgi çizerek bir dalgasız denizi, bir rüzgârsız gökyüzünü gösterirken Suat gülüyor, Necip’e bakıyordu:

      “Gemici Bey keşif yapıyor, harita çizecek olmalı…”

      Süreyya omuzlarını kaldırdı:

      “Unutuyorsunuz ki sandal, yürümek ve bizi taşımak için rüzgâra muhtaçtır. Şimdi nasıl