Mehmet Rauf

Eylül


Скачать книгу

güldü:

      “Gemici Bey akıntıyı unuttu!” dedi. Süreyya’nın fikrini müdafaa için söylediği sözleri gürültüye, haksızlığa boğmak için uğraşıyordu. Süreyya haykırarak “Yenimahalle’ye kadar çıkmak daha kolay değildir ya?” demek istiyordu. Sonra karar verildi ki bu sahilde sular yukarı olduğu için yükselecekler, oradan Yenimahalle’ye kürekle geçeceklerdi.

      Suat şemsiyesini sallayarak:

      “Herhâlde şimdiden sandala girmeliyiz, yoksa bu gidişle galiba yemeği denizde yiyeceğiz.” dedi.

      Sonra yürürken kocasının koluna girip eliyle şurada burada rüzgârla atılmış kalmış olan tül dalgaları gibi dumanları göstererek ve gizli bir sesle sokularak:

      “Bunlardan korkmuyor musunuz?” diye sordu.

      Süreyya bu sesten, bu sokuluştan memnun:

      “İşte kadınların gemiciliği bu kadar olur!” diye eğlendi. “Onlar sade ağırlık vermeyi bilirler, hele yorgun olurlarsa… Başka çare yok Suat, gemici karısı gemici olmalıdır. Yoksa ben kürek çekerken yalnız safra olmayı elbet sen de istemezsin.”

      “Eğer gemicilik rüzgârsız kalıp geceyi denizde geçirdikten sonra yağmura tutulup hastalanmaksa…”

      Süreyya gülerek:

      “Ah kadınlar.” dedi. “Eksik söyledin Suat, bir kere gelecek belalardan bahsettiniz mi, merdiven gibi yükselerek arkası gelmez… Hasta olmak, yataklarda sürünmek, hortlamak… Sonra… Ne bileyim, gebermek demeliydin. Allah insanı sizin elinize düşürmesin, hele dilinize hiç…”

      Suat kolunu kurtararak ve şuh bir gülüş ile dişlerini göstererek:

      “Elimize mi, dilimize mi?” diye tekrar etti. “Bizim elimize ha… Lakin bizim elimiz olmasaydı siz ne olurdunuz bilir misiniz?”

      Süreyya şüpheli şüpheli başını sallayarak soruyordu. Suat, saydığı şeyleri anlatmak için yüzünde küskünlüklerini göstermek isteyerek:

      “Şu burundaki kayalar kadar vahşi, somurtkan, sümsük…”

      Süreyya kahkahalarla gülerek:

      “Aman neler neler.” dedi. Sonra ciddiyetle döndü; “Ya siz?” dedi. “Ya siz, ya siz?”

      Karı koca tekrar yan yana geldiler. Necip onların söylediklerine artık dikkat etmeyerek kendi kendine, “Evet sizin elleriniz!” diyordu, “Ben de onun için mi böyle vahşiyim acaba?” Sonra başını sallayarak, “Beni bu hâle getiren sizin elleriniz, o sizin örülüşündeki nezakete, zarafete bakarak insanın ağlamak istediği güzel kadın elleri değil mi?” diye düşünüyordu. Fakat acaba harap edici eller olduğu gibi şifa ve hayat veren eller de var mıydı?

      Sonra Suat’a bakarak içinden, “Acaba senin ellerin gibi yüce eller bu yaraları sarabilir mi?” diye soruyordu. Eğer Süreyya da kendi gibi olsaydı, hayat yaralısı Suat gibi bir kadının öyle bir yarayı tedavi etmekte tesirini görecekti. Fakat Süreyya kendini neşelerinde, saadetlerinde bile öldüren o hastalığın zehrinden salim bir ruh, temiz, habersiz bir ruh idi…

      Birdenbire Suat durdu, kocasıyla konuştuğu söze devam ederek yanlarına gelmesini bekledi. “Allah aşkına Necip Bey…” diye iddialarına iştirakini rica ediyordu. “Erkekler mi olmasa kadınlar fena olurdu, kadınlar mı olmasa erkeklerin hâli yaman olurdu?” Bunu soruyor, cevabını merakla bekliyordu.

      Necip gülerek dedi ki:

      “Bütün fikrimi söylememe müsaade eder misiniz Suat Hanım? İkisi de olmasa daha iyi olurdu. Fakat şimdi mademki ikisi de var, ona göre fikir vermeli. Erkeğine, kadınına göre başka başka fikirler verilebilir. Erkekler var, ki olmasalar iyi olmazdı fakat kadınlar da var, ki olmasalar hiçbir şey olmazdı… Elem de saadet de…”

      Suat dönerek:

      “Süreyya gördün mü?” dedi.

      Necip devam etmek istedi:

      “Fakat sonra öyle kadınlar da var ki…”

      Süreyya gülerek Suat’ı zorluyordu:

      “Devamı var devamı var… Onu bekle.” dedi.

      Onlar iddialarında, gülüşerek haykırışarak devam ediyorlardı; Necip arkada sersem, perişan gidiyordu. Kadınlar… Onların hepsinden şüphe etmek… “Ah, hıyanet!” diyordu; şimdi, Suat’ın kendine bakan gözlerindeki derin, uçsuz bucaksız ismet, kendi kirli muhayyilesinin bile bir leke görmediği o temiz yüz onu eritmiş, ruhunu ezmişti.

      Bu bakış, demek dünyada böyle bakışlar var! “Ah bana böyle bir bakış, bana böyle bir yüz! Ben kurtuldum!” diye inliyordu. Hülyaya daldıkça düşündüğü o ruhunun kadınını, hep mükemmelliklerden mesutlandırdığı o genç kızı düşünmeye başladı. Bütün muhayyel güzelliklerle süslediği hâlde bile ona bu kadar saf ve ince, bu kadar pak ve nurlu bir nazar verememişti. Suat elbette onun kadar mükemmel bulunmadığı hâlde bile hayalinin yetişemediği güzelliğe sahipti. Onun ruhunun ne kadar, ah ne kadar temiz olması gerekirdi…

      Şimdiye kadar böyle kendine ismetiyle, sükûn ve yumuşaklığıyla, iyiliğiyle tesir eden gözler görmediğini düşünerek “Ya nerede göreceğim?” diyordu. Hep tanıdığı kadınları düşündükçe, ya sefaletin sevk ettiği namusları pahasına servet ve tantana içindeki kızları yahut salon hayatının muhtelif sebeplerle solmuş evli kadınlarını görüyor, “Pislik içinde ismet aramak… Bulunmayacağı tabii olan yerde inci avlamak…” diye gülüyordu. Böyle yüce meyillerle, kocasına rabıtasıyla temiz ve münevver kalmış kadınların ne kadar nadir olursa olsun niçin bulunmayacağını kendi kendine soruyordu.

      Sonra şüphe tekrar tırnaklarını çıkarıyordu: Namus ve ismet hakkında tahrip eden birçok nazariyeleri vardı ki bir kısmı düşünmelerinden, bir kısmı gördüklerinden doğma şeylerdi. Bunları tatbik etmek istiyordu ve böyle saffet ve melekliğin mümkün olmasını, bunun kendine tesadüfünü kabul etmediği hâlde de bu saffet ve sükûn içinde ruhundaki meçhul ihtiyaçla ne yapacağını düşünüyordu.

      Birdenbire Suat yine döndü:

      “Canım, siz hâlâ susuyorsunuz!” dedi.

      Bu, sandalın iskelenin yanında göründüğü zamandı. Süreyya ilerlemiş, sandalcıya işaret etmişti. Arkadan Necip’le Suat rastgele konuşarak gelirken Süreyya’nın sandala atlayıp yelkenlerle, iplerle meşgul oluşuna bakıyorlar, gülüyorlardı.

      Suat, Süreyya’ya seslenerek:

      “Nafile bey, nafile.” diyordu. “Herkes cezasını çekmeli… Küreklere sarılmaktan başka çare yok…”

      Necip, sandala girmesi için Suat’a yardım ederek:

      “Hava bu kadar durgun olunca onu galiba hepimiz yapacağız.” dedi…

      Palamarları çözdüler, sandalcı kanca ile rıhtıma dayandı. Yelken dalgalandı, sandal denize açıldı ve ilk hız geçtikten sonra durdu.

      Süreyya gülerek:

      “Çala kürek bakalım… Suat, sen de dümene geç.” diye kürek çekmeye teşebbüs etti.

      Suat başını sallayarak ve dümeni kullanmak için şemsiyesini iyi bir yere koymaya çalışarak:

      “Şemsiyemi koymak için yer bulmak kabil değil ki.” dedi.

      Kürekler o kadar büyüktü ki kolay idare edilmiyordu. Süreyya bunlarla uğraşırken:

      “Kürek çekmiyorsun ya şükret!” diyordu. Sandal ağır ağır ilerledi.

      Suat birdenbire:

      “Oh, bakınız.” dedi. Güneş, Büyükdere koyunun üstünde hafif dumanlar