Mehmet Rauf

Eylül


Скачать книгу

Necip can atan havaları tercih ediyordu; bunun için Troyatore, Traviyata’yı koydu. “Adiyö del pasato”, “Bu kadar genç ölmek”, “Ah, belki!” parçaları çalındı. Necip:

      “Verdi girdi mi iş değişiyor fakat sizde Verdi tekmil değil.” dedi.

      Suat bestekârların iyice bilmediği hayatlarına dair malumat soruyor, Necip bildiği tafsilatı veriyordu. Öyle oldu ki, musiki susup yalnız bahsi devam etti. İkisi de şunda birleşiyordu ki, dünyada musiki gibi hiçbir şey yoktur. Necip için ömrünün en tatlı zamanları yalnız çok mesut olduğu zamanlar değil, musikiyle mest olduğu zamanlar idi. Musiki o kadar çetinlik ve düşkünlük ile hissine dokunuyordu. Asıl ağır musikiden anlamak birçok senelik hususi eğitime ihtiyaç olan Glück, Haydn, Beethoven gibi üstatlardan bahsederek onları dinleyip anlamadığı için eseflerini söylüyordu.

      Balkona çıktıkları zaman saat ona geliyordu:

      “Hani kotra?” diye gülüştüler. Süreyya iyice canı sıkılmış gibi:

      “Belli olmaz ki, belki gece gelir.” dedi.

      Suat:

      “Artık herhâlde bizi evde daha ziyade hapsedemez ya?” dedi.

      “Evet, çıkalım.” dediler.

      Bu sefer Kavak yoluna geçmişlerdi. Süreyya dakikada bir arkasına bakıp kıyıları teftiş etmekten geri kalmıyordu.

      Necip gülerek:

      “Sandala mı bakıyorsunuz?” dedi. Suat serzenişle:

      “Beykoz Çayırı’na bakmaz ya?” diye söylendi.

      Necip:

      “Evet, yazık oldu, görmek isterdim.” dedi.

      Süreyya hiddetlendi:

      “İşte yarın gideceğiz a canım!”

      Fakat Necip erkenden İstanbul’a inecekti; o zaman hep bu söz oldu. Süreyya, Suat rica ediyorlar, yarın da kalması için ikna etmek istiyorlardı. Ve bu o kadar samimi, o kadar halisane idi ki, Necip kabul etti. Zaten İstanbul’a inip yine bunalacak değil mi idi?

      Sabahleyin Süreyya’nın gürültüsü, bir yabancı ile bağırarak konuşuşu Necip’i uykusundan uyandırdı. Pencereye gidip baktığı zaman iskelede bir sandal ile iki kişi gördü. Herifler şikâyet ediyorlar, gece rüzgâr kesildiğinden Bebek’ten beri kürek çekerek geldiklerini söylüyorlardı. Bu beyaz kaplama tahtalı, başı kıçı bir sandaldı. Uzun bir seren üstünde çok büyük olduğu anlaşılan bir yelken vardı. Sandalın, yelkenin temizliği Necip’in pek hoşuna gitti ve Süreyya kendisine tecrübe etmek üzere sandala gelmesini teklif edince kabul ederek iki delikanlı sandala bindi. Rüzgâr hafifçe idi fakat sandal yine iyi yürüyordu. İstihkâmlara doğru yükseldiler. Süreyya eski maharetini göstermek için dümene geçmişti; merak ederek “Acaba dayanır mı?” diyordu. Oradan Kavaklar’a doğru geçtiler. Döndükleri zaman Süreyya memnundu. Necip, Süreyya ile sandalcıları pazarlıkta bırakarak içeri girdi. Onlar gezerken balkonda dayanmış duran Suat’ın yanına çıktı. Suat:

      “Nasıl?” dedi.

      Necip methetti.

      Suat:

      “Hava her vakit böyle olmuyor ki.” diyerek salıntı olduğu zaman binilemeyeceğini anlatıyordu; Süreyya da geldi:

      “Yemek yiyelim de Beykoz’a sandal ile gideriz.” dedi. Sandalı kışa kadar tutmuştu; şimdi oturup bir küçük bayrak dikmek için meşgul oldular. Bu meşguliyetleri arasında Süreyya hep havayı kolluyor, gittikçe artan rüzgâra bakarak seviniyordu.

      Yemekten sonra balkona çıktıkları zaman rüzgârı o kadar muvafık buldu ki bir iki saat geçirip öyle gitmek üzere verilen kararı bozdurmak için uğraşmaya başladı fakat Suat’la Necip saat sekizden evvel çıkmamakta ısrar ediyorlar, gizli hileler bularak işi tehire uğraşıyorlardı. Nihayet Süreyya âciz kaldı, sandal sekizden evvel hareket edemedi.

      Suat sandala girip oturunca:

      “Ooo, büyükmüş!” dedi.

      Dışarıdan küçük görünen sandalın içi pek geniş ve rahat idi. Sandalcı yelkenleri açıp tekne rüzgârın önüne dökülünce dubaya doğru süratle akmaya başladılar. Büyükdere’nin üstünden güneş onları rahatsız ettiğinden Suat şemsiyesini açtı. Bu siyah, beyaz ve kurşuni renklerden satrançlı bir küçük şemsiye idi. Necip şemsiyeye, çarşafa, peçeye, eldivene, bu kadın şeylerindeki inceliğe ruhunun derinliklerinde göresi gelmiş gibi titreyen bir tutkunlukla bakıyor, sonra Suat’ın küçük, bir küçük kuş denilecek ellerinin şemsiyeyi tutuşundaki şiire hayran, peşiran oluyordu.

      Dalgalar açıklarda büyümeye başlamıştı. Sandal pervasız bir can atma ile üzerine gelip ardı arası kesilmeyen suların üstünde dalgalandıkça Suat’ın gözlerinde bir bulut, bir endişe ve ızdırap bulutu duruyordu fakat dubadan Serviburnu’na doğru bükülüp rüzgârı pupaya aldıkları zaman salıntı kesildi. Süreyya gibi Suat’la Necip’in de keyfine artık nihayet yoktu. Sandalın etrafını kucaklayan çırpıntı sesleri, biteviye musiki gibi şakıyan su serpintisi onları oyaladı, Beykoz’un Hünkâr İskelesi’ne vardıkları zaman yarım saat olmamıştı.

      Onlar çıktığı hâlde Süreyya çıkmıyor, ilk hevesle sandalcıya yardım ediyordu. Suat’la Necip rıhtımdan bakıyordu. Sonra üçü beraber çayıra ilerlediler. Evvela rüzgâr çayırdan soluklar getirmeye başladı. Bu, birçok çiçeğin, otun katımlanan bir soluğu, serin, taze, yaş kokusu idi. Biraz sonra çayırın bir kısmını gördüler, uzaktan burası sarı çiçeklerle bir fulya tarlası gibi görünüyordu. İlerledikçe ötesinde berisinde kırmızı, mor, beyaz çiçekler de fark ettiler. Bol yeşilliklerin arasında bol renkler, çiçekler tarladan taşıyor, rüzgârla dalgalanıyordu.

      Onlar hep “Ah ne güzel!” diye ilerliyorlardı; karşıdan görünen büyük yolun heybetli ağaçları altına gelip çayır bütün genişliğiyle önlerine serildiği zaman nihayetsiz bir hayret ve sevinç hissettiler. Bir deniz enginliği ve azametiyle rüzgârın önünde dalgalanan çayır onları etkiledi.

      Çayırların içinde yürümek, otların arasında yuvarlanmak ihtiyacıyla titreyerek, baharın bütün bolluğu, yeşillik ve kokusu içinde mest ve mesut ilerledikçe derenin öbür tarafındaki tepelere doğru çayırın yeni ufuklarını görüyorlardı. Bunlar orada bir küçük tepe, beride çayır arasında kıvrılan ve sonra ağaçların içinde kaybolan küçük bir yol, birbirinin omzundan bakan küçük setler, dere boyunu gölgeleyen söğütlerdi. Dere orada fısıldayarak, burada ürpererek düşüyor, akıyor, bazen otların arasından fısıldıyor, sonra derinleşerek, sessizlik içinde aktığı fark edilmeyerek akıyordu. Bazen, zevkli bir ahenkle çağlayan bir kurbağanın artsız arasız ötüşünden sonra, bu sessizliğin içinde, bir tek “ah” gibi yükselip susan sesler oluyordu. Çayırın asıl otları arasında bu yeşil zemin üstüne nakşedilmiş papatyaların, sarı, mor, kırmızı çiçeklerin birbirine karışan renkleri ara sıra, yalnız bir renge inhisar ederek küme küme orada hep beyaz, burada hep mor, ötede hep sarı dalgacıklarla köpürüyor, dere kenarı damla damla ağlayan söğütlerin yeşil gölgeleri altında parlak yeşil çimenlerle bir seccade gibi seriliyordu.

      Süreyya:

      “Oturalım!” dedi.

      Necip:

      “Yatmalı.” diye söylendi.

      Doğrusunu isterseniz, coşan duygularıyla bu otlara, bu topraklara karışmak istiyor, bir türlü yenemediği bu istekle azap çekiyordu. Kendisini en fazla hayran eden güzellikler karşısında her zaman duyduğu ezilmek, ölmek arzusu şimdi onu daha kuvvetli, daha da yanılmaz bir inatçılıkla eziyordu. Şemsiyesine dayanmış, ahenkli bir eda ile önde yürüyen Suat’ın