Mehmet Rauf

Eylül


Скачать книгу

yapmak için pek çok çalışarak yoruluyordu. Bezginlik nedir bilmeyen bir ömür kurabilmek için böyle uğraşıp sonra mükâfatını gördükçe, Süreyya’yı böyle yeniden neşeli buldukça emeline kavuştuğundan dolayı mesut oluyordu. İstiyordu ki, Süreyya evde şikâyet edecek hiçbir şey bulamasın. Hazırlık, öteberi edinmeler, her şeye düzen vermekle geçen ilk günler, evin her zamanki gidişi hâlini aldığı, birbirine benzeyen günler ardı ardına gelip geçtiği hâlde bile, bu günlerde bağdaki son zamanlara nispeten yeni evli bir karı kocanın heyecanı ve neşesi vardı.

      Necip bu hayatın bir başka neşesi oluyordu. Bu hâlin bir parça yardımcısı da kendisi olduğu için onun da orada vücudu meserretlerini biraz daha tamamlıyor gibi idi. Onun gelmesini sevinçle karşılıyorlar, gitmesini geciktirmek için tuhaf tuhaf bahaneler icat ediyorlardı. O, ilk gelişinden sonra karar verildiği üzere, çarşamba günü akşam vapuruyla geldi. Cuma günü sabahleyin dönmek şartıyla kalacağını söylüyordu. Karı koca bu iki günü bir büyük sevinç gibi kabul ettiler. Onlar daha Necip gelmeden seyranlar hazırlamışlardı. Bentler’e, Beykoz’a gitmek istiyorlardı. Suat, “Şimdi Bentler ne güzel olur…” diyor; Süreyya, “Hele Beykoz Çayırı!” diye mukabele ediyordu. Hemen ertesi sabah hangisine gideceklerini konuşuyorlardı. Nihayet üçü de sabah erkenden Bentler’e gitmekte birleştiler.

      Erken kalkmak için erken yattılar. Ertesi gün güneş karşıki tepelerin arkasından henüz çıkmışken üçü de hazırlanmıştı. Sabahın sessizliğinde, geceden tembih edilip kapının önünde bekleyen arabaya bindiler. Bu mayıs sabahı, Bentler yolculuğu, üçüne de bir seyahat hayalinin şiir ve sarhoşluğunu verdi. Sabahın tazeliği, mayısın son günlerindeki yeşillik bolluğu ile yolun etrafındaki çayırların, bağların henüz rüzgârsız serin havadaki hareketsizlik içinde yayılmak için soluk bekleyen kokuları arasında gittikleri yeşil gölgeler, daha ilerledikçe ormanlar, kocaman ağaçların birbirine sarılmış dalları, uzakta birikmiş gölgeleriyle yeşil birer karanlık hâlinde görünen koruların göğüsleri, hep bu sessizlik, bu tenhalık, bu parlak durgunluk içinde, şurada burada oynayan ziya parıltıları arasında kuşların ışık gibi süzülen şakımaları, arabadan indikleri vakit içinde kaybolacaklarmış kuruntusunun verdiği korku hissi ile büyük orman, nihayet havuzlar, insana birer korku ürpermesi ile hayattaki bağlara yakınlaşmak duygu ve ihtiyacı veren mehib havuzlar ve sonra dönüş…

      Öyle ki, saat beşte eve girdikleri zaman sabahın bütün temizliği, yorgunluğun bütün kuvveti ile midelerinin feryadından başka bir şey duymadılar. Süreyya “Yemek! Yemek!” diye gürlüyordu. “Buyurun.” dedikleri zaman iki delikanlı koştular. Önden giden Süreyya odaya girince:

      “Vay, çilek!” diye sevinçle haykırdı. Sonra Suat’a dönerek:

      “Bu nereden böyle?” diye sordu. Suat gülümseyerek:

      “Çileğini ye de tarlasını sorma, demezler mi?” dedi.

      Latif bir çilek kokusu sofradaki çiçeklerin kokusunu bastırıyordu. Süreyya, Necip’e dönerek:

      “Görüyorsun ya azizim, ne varsa kadınlarda var.” dedi. Sonra havlusuyla ağzını siler gibi yaparak, “Her şeyi bir sır hâline koymak inadı bile.” dedi.

      Öğleden sonra ne yapacaklarını konuşuyorlardı; Süreyya birdenbire:

      “Eyvah!” dedi.

      Evvelki gün bugün için yelkenli bir sandal tembih etmişti. Sandalda yelkeni açıp gezmeyi çok sevdiğini, yelkenli bir sandal kiralamak istediğini söyleyip duruyordu. Sandal bugün Moda’dan gelecek, beğenmezse geri gidecekti. Bunun için verdiği sözü unutmak istemiyordu.

      “İsterseniz siz gidip gezin, ben beklerim.” dedi. Onlar kabul etmediler.

      “O hâlde yarın sabah gideriz.” diyordu. Necip döneceğini ihtar ediyordu:

      “Sen kalırsın sen.” diyor. Necip, çekiniyormuş gibi başını salladıkça Süreyya:

      “Öyle ise zorla.” diye bağlayacağını anlatıyordu.

      Yemekten sonra vakit sandal bahsi ile, özellikle Süreyya’nın beklemesiyle geçti. Uzun uzun yelkenden bahsederek zevklerini övüyor, “Deniz köpükler içinde… Rüzgâr etrafında fişek gibi çatlar… Yelkenler çırpınır… Sandal dalgaların göğsüne sarhoş gibi yaslanmış… Uçmak da değil, yüzmek de değil… Bir hâl ki…” diye bitiremiyor, sonra dürbünü alıp Paşabahçesi koyuna doğru araştırıyordu.

      Necip:

      “Amma havasız kalmamak şart.” dedi.

      Süreyya ümidini keserek dürbünü bir sandalyeye bıraktı:

      “Ooo, evet… Rüzgârsız kaldı mı sandal ölmüş demektir; hele güneş de olursa… Hiç çekilmez!”

      Suat:

      “Ya akıntı?” diye sordu.

      Bunun üzerine Süreyya, Boğaz’ın rüzgârından, meltemlerinden bahsetti. Hem onun istediği bir sandaldı, kotra değildi. Sandalın kürekleri olduğundan sıkıya gelince yasa kürek, başka çare olamazdı.

      “Fakat kotra ile iş büsbütün başka olur.” diyordu. “Onunla insan deniz ortasında rüzgârsız kaldı mı suların keyfine bağlıdır, akıntı varsa çağanoz gibi yan yan akar, yoksa güneşin cehennemi altında rüzgâr bekleyerek durur. Fakat burası öyle değildi, burada rüzgâr hiç eksiliyor muydu?” Bunu söylerken eliyle rüzgârı gösteriyor:

      “Şu rüzgâra bak!” diyordu.

      Rüzgâr, Karadeniz’in bütün hiddeti ve körpeliği ile tepelerden koparak saldırıyordu.

      “Bu havada sandal nasıl gelir, kim bilir!” dedi.

      Sonra akıntı burunlarını düşündü. Bir kere gülerek “Vaktiyle…” dedi, bir kere Boğaz’ı geçmek için iki gün uğraştıklarını anlattı.

      Sandal bahsi, sönen bir rüzgâr gibi bitap cümlelerle sürüklenerek bittiği, Süreyya’nın beklemesi artık bir söz söylemeyerek dürbünü elinden bırakamamak derecelerine geldiği zaman Necip’le Suat arasında “Artık gelmeyecek.” sözü başladı. Suat:

      “Eğer sandal gelmezse elimizden kurtulamazsın.” dedi. Necip ile bir olarak onu ümitsiz bırakmak istiyorlardı. Sonra Suat, Beykoz’dan bahsetti. Orası şimdi kim bilir ne güzeldi; bu rüzgârda çayırları görmeliydi!

      “Bize şu fırsatı kaybettirdikten sonra…” diyerek yarı şikâyetli bir eda ile Necip’e baktı.

      Sonra:

      “Canınız sıkılıyor, Necip Bey.” dedi.

      Necip gülümseyerek:

      “Galiba biraz.” diye göz kırptı.

      “Piyano çalalım mı?”

      Bu teklif cana minnet bilinerek kabul olundu; onlar piyanoya geçtiler, Süreyya balkonda kaldı.

      Necip piyano sözü olur olmaz kendi kendine almak istediği notaları unuttuğunu hatırlayıp “Eyvah!” dedi. Fakat bu iki gününü o kadar sersem geçirmişti ki, nota düşünmeye vakit kalmamıştı. Burada geçirdiği günün şu tesiri olmuştu ki, hürmet ve muhabbet ettiği, hürmet ve muhabbet gördüğü Süreyya ile Suat’tan ayrılıp Beyoğlu’na geçince orada yaşamak onu harap ediyordu. Kendi kendine, gelecek sefer mutlaka unutmamaya karar verdi. Görüyordu ki, Verdi’nin birkaç operası Suat’ta yoktu. Ondan sonra yeni yapılmış bir iki eser de tabii bulunmuyordu. Bulunanlar arasında kullanılmayacak hâlde olanlara da nişan koyup yenilemek istiyordu.

      Suat piyanoda birkaç gam yaparak:

      “Hangi havaları seversiniz?” diye sordu.

      Necip