Mehmet Rauf

Eylül


Скачать книгу

baktı:

      “Ah, bütün bunların senin sayende olduğunu düşündükçe… Benim sevgili karıcığım!”

      Suat elini tutmak için uzanan ellerden kaçıp kırgınlıkla gözlerini süzerek:

      “Bak yine söylüyorsun.” dedi, “Şu fena kelimeyi yine ediyorsun.”

      Süreyya gülüp, çırpınarak:

      “Ne yapayım, unutuyorum… Affet Suat.” dedi. Sonra Necip’e döndü:

      “Bir türlü kendimi menedemiyorum. Hâlbuki ‘karıcığım’ sözü bizim hanımefendinin en büyük zıddı…”

      Necip bu küçük, içli dışlı aile meclisinde yarı dalgın, derin bir acı ile kendi kendine “Evet, insanın bir karısı olup da onu sade ismiyle çağırmak saadeti…” diye esefleniyordu.

      Süreyya nihayet Suat’ın elini tutmuştu. Necip’e dönüp:

      “Evet kardeşim.” dedi. “Biz artık Boğaziçi’nin mesut, saadetlerinden çılgın kuşları! Buna rağmen bu saadet ara sıra gagalaşmamızı menetmiyor. Hele ben… Tasavvur et ki artık her şeyime itiraz olunuyor. Hatta hamaratlığıma bile…”

      Suat haklı olduğunu ispat için telaş ederek:

      “Ooo, özellikle ona.” dedi. “Her gün kaleme gitmeye kalkmaz mı?”

      Süreyya latife eder gibi yine hep Necip’e anlatıyordu:

      “Ey ne yapalım? Para kazanmak lazım değil mi? İşte pekâlâ görülüyor ki ana baba adama para vermiyor. Hâlbuki her sene insan karısının parasına boyun eğmez ya… Ev tutulmasına ne ise… Fakat karısının ekmeğine…”

      Suat, uzaktan gelen kulak kabartmış bir kuş tavrıyla başını eğerek yarı sitemli bir gülümseyişle dinliyordu. Sonra birdenbire kıpkırmızı kesildi, “Devam edersen… Devam edersen…” diye eliyle tehdit ediyordu. Süreyya elini bırakmadığından darılmış da kurtulmak istiyormuş gibi çırpınıyor, siyah gözlerinde hiddet şimşeği çaktırarak kurtulmaya uğraşıyordu.

      Süreyya koyuvermeyerek:

      “Haklı değil miyim, Necip Bey?” diyordu. “Pekâlâ, ister misin şimdi Necip’i hakem tayin edelim?”

      Suat nihayet mağlup olup durdu:

      “Pekâlâ, ben onun insafından eminim fakat evvela ben anlatacağım.”

      Hafif bir inatçılık oldu. Önce hangisinin anlatması lazım geldiğini kararlaştırdılar. Suat, uzun zaman her gün evde oturmaya alıştırdıktan sonra şimdi İstanbul’a inmeye kalkmasını istemiyor, “Özellikle asıl yeni misafir olduğumuz için çıkıp kırdan, bahardan, buradan istifade edeceğimiz yerde her gün İstanbul’a inilir mi?” diye şikâyet ediyordu.

      Süreyya gaddar çocukluk ederek, “Niçin inilmesin?” diyor, gülerek, Suat’ın elini hâlâ bırakmıyordu. Hizmetçi kızın balkon kapısında görünüp işaret etmesi Suat’ı bütün bütün kurtulmak çaresini aramaya mecbur etti. Süreyya, “Olmaz, olmaz, göndermeyiz.” diyordu; “hem misafiri yalnız bırakıp gitmek…”

      Necip:

      “Mademki ev işi için.” dedi.

      Süreyya çıkıştı:

      “İşte ben de bundan bıktım… Buraya geldik geleli bu hain evin işi bitmiyor. İşte ben de bundan şikâyet ediyorum. Evde akşama kadar beni oturmaya alıştırıp, akşamları ev kadınlığını bahane ederek ortadan kaybolduktan sonra benim her gün kaleme gitmeye hakkım yok mu?”

      Suat:

      “İşim var, canım!” diye darıldı. Nihayet darılmakla bir iş göremeyeceğini anlayınca yalvarmaya mecbur oldu:

      “Allah aşkına bırak.” dedi. Gözleri rica ile yanıyor, perişan bakıyor, dudakları titreyerek yalvarıyordu.

      “Gideyim bakayım, bırak… Allah aşkına bırak…”

      Süreyya, çabuk geleceğine yemin etmeyince bırakmadı. Ve iki erkek yalnız kaldıkları zaman Süreyya karşısındaki koltuğa arka üstü yatıp yarı mahzun:

      “İşte böyle kardeşim.” dedi. “Sana yemin ederim ki onsuz kalsam ölürüm…”

      Sustular. Rüzgârın sade ürperterek geçtiği sakin dalgaların çakıllar arasındaki oyuklardan çıkardığı sesle uyuşturucu bir hışırtı oluyor, bu ses denizin parıltılarından çıkıyor zannedilecek kadar o parıltıların ahengine uyuyordu.

      Necip:

      “Demek her gün böylesiniz?” dedi.

      “Evet fakat sade bu değil, hele kalk da bak; ne letafet ne letafet…”

      Necip birden acı bir teessüfle bu gece Beyoğlu’na dönmek mecburiyetinde olduğunu hatırladı ve “Vah vah!” diyerek Süreyya’ya bunu haber verince o, koltuğundan fırladı:

      “Ne? İmkânı yok! Vallah billah olmaz. İnsan Boğaziçi’ne gelip böyle hemen dönmeye kalkarsa cinayet işlemiş olur, her cezaya müstahaktır.” dedi.

      Necip söz verdiğinden bahsederek affedilmesini rica etti, Süreyya inat ile:

      “Koyvermeyiz, imkânı yok… Suat kabil değil razı olmaz.” dedi.

      Bu kadarla Necip’i ikna etmiş gibi başka bahse, konuşulan bahse geçti, buradaki hayatlarını anlatmaya başladı.

      O asıl, sabahları seviyordu, oturdukları odanın üstünde yatıyorlardı. Evvela güneş, o cehennem güneşi, o siyah dumanlı, insanın belini büken güneş değil, saf ve taze bir güneş gelip odaları aydınlatıyor, “Uyanınız!” diyordu. Sabaha kadar deniz insana mahrem ve şen bir ninni söylüyor, bazen kızarak gürlüyor, köpürüyor fakat çok kere böyle sakin, bir kuzu gibi bezgin ve uslu… Suat her gün bu güneşle beraber uyanıyor, sıçrayıp camları açıyordu. O zaman içeri sabah, hayat, neşe, hele gençlik bütün bunlar, her şey, sade bu güneşle, sade denizin sesleriyle odalarına, kalplerine hücum ediyordu. İnsanı gelip böyle koklayarak ısıtan, denizin körpeliği ile serin bir sıcaklık veren güneşle yıkanıyorlardı… İşte Süreyya buna doyamıyordu.

      “Bazen Suat bir şemsiye, ben bir baston alıp çıkıveriyoruz. Burada ağaçlıklar, korular falan yok ama şu arkada Kavak’a giden ince bir çoban yolu var… Oraya gelince Karadeniz görünüyor. İşte o her şeye bedel…”

      Eğer Suat’ın bu ev deliliği olmasaydı daha uzaklara gideceklerdi. Fakat o inat ediyor, mutlaka, her yemekte kendi eliyle hazırlanacak bir şey, göz gezdirilecek işler buluyordu. Her neyse, bu güzel sabahtan sonra sofra başında karısını karşısına alıp da sükûn ve samimiyet içinde yemeğini yerken hayatından duyduğu zevke doyum olmuyordu.

      Süreyya bunu söyledikten sonra göz kırpıp “Öyle mi zannedersin?” diye öğleyi methetmeye başladı. Öğleden sonra buraya, balkona çıkıyorlar, kamış koltuklara uzanıyorlardı; hararet çoğalmış fakat aşağıda deniz hâlâ serin… Onun seslerinde öyle çığırtkan bir ahenk çağlıyordu ki, insan kendini yeşil suların arasında zannediyordu. Rehavet, bu serinliğin, bu yarı hararetin arasında yavaş yavaş öyle bir dereceye geliyordu ki, yarı uykuda, yarı uyanık süzülüp gidiyorlardı. Bu böyle iki saat devam ediyordu, sonra gezmeye çıkıyorlardı. Akşam gezmesine… Bir arabaya atlayınca Büyükdere’ye doğru…

      Sonra gece İstanbul’un en zarif, en süslü, en sakin geceleri… Aydınlığa lüzum hissetmeksizin, semanın denize akseden bütün nurları o kadar şen, o kadar gevşeklik veren ışıklar yağdırıyordu ki, o gölgenin içine gömülmüş, yarı ölmüş kalıyorlardı. O zaman denizin, gökyüzünün, karşıki kırların tasvir olunmaz letafetleri vardı.

      Süreyya