Şeyh Sadi Şirazi

Bostan


Скачать книгу

hâkim, davayı etrafıyla düşünür, sonra hüküm verirse, maiyetindeki âlimlere karşı mahcup olmaz. Yayı elde tutarken, oku atmamışken; atmak lazım mı, değil mi, hedef neresidir, neresi olmalıdır, diye düşünmek lazımdır. Oku attıktan sonra düşünmenin faydası yoktur. İnsan, Yusuf gibi senelerce iffet, nezahetle yaşamalıdır ki, Mısır’a aziz olsun. Çok zaman geçmedikçe bir kimsenin ne olduğunu anlamak imkânsızdır.

      Bu suretle padişah, seyyahın ahlakını tetkike, teftişe koyuldu. Neticede onu akil, iyi ahlaklı, edip ve insanların değerini ölçmekte mahir buldu. Bu suretle seyyahın büyük memurlarına faik bulunduğunu anlayan padişah, seyyaha veziriazamdan dahi üstün bir salahiyet verdi.

      Seyyah, memleketi öyle akıl, hikmet ve marifet ile idare ediyordu ki emrinde, nehyinde kimsenin kalbini incitmiyordu; dürüst hareketleriyle kusur ve fenalık arayanların dillerini bağladı. Eski vezir, yenisinin bu faaliyeti neticesinde padişahın huzur ve rahat içinde yaşadığını, onun iyiliği sayesinde devletin yükseldiğini görünce üzülmeye başladı. Tenkit edilecek hiçbir nokta bulamıyordu. Çünkü dürüst adam, bakır leğen; fenalık arayan insan, karınca gibidir. Karınca ne kadar uğraşsa bakır leğene gedik açamaz.

      Padişahın, güneş yüzlü iki kölesi vardı. Bunlar daima Padişahın hizmetinde bulunuyorlardı. Bunlar huriler, periler kadar güzel idiler. Birisi sanki güneş, ötekisi ay idi.

      Bu iki köle güzellikte tamamen birbirinin dengi idi. Sanki birisi hakiki insan, ötekisi onun yanında aksi idi.

      Bu köleler ilim, marifet sahibi yeni vezirin tatlı sözlerini işittikçe, onun sözleri bu fidan boylu köleler üzerinde tesir bırakıyordu; güzel ahlakını gördükçe tabii olarak onu sevmeye mecbur oldular.

      Gitgide yeni vezirin de gönlü onlara aktı, onları sevmeye başladı. Şu kadar ki, dar görüşlü insanlar gibi kötülükle sevmiyordu. Belki bunların cemallerine âşık oldu. Öyle bir hâle geldi ki; ancak onların yüzünü gördüğü zaman rahatın ne demek olduğunu hissederdi.

      Arkadaş, sana nasihatim olsun; eğer kadrinin, şerefinin yüce kalmasını istersen pak yüzlülere gönül bağlama. Ara yerde bir garaz olmasa bile, mehabet ve hürmetine ziyan verir.

      Derken eski vezir, yeni vezirin o iki köleye gönül verdiğini hissetti ve hemen padişaha arz etti. Şöyle dedi: “Padişahım, bilmem ki bu yeni vezir kimin nesidir, necidir, adı nedir? Şu memlekette rahat ve saadetle yaşamak istemiyor. Evet, mücerreptir; çok gezenler böyle laubali olurlar. Çünkü bu gibiler, bir devletin nan ve nimetiyle beslenmiş değildirler. Nan ve nimetin kıymetini bilmezler. İşittim ki şehvetperest imiş. Efendimizin kölelerine göz koymuş, efendimize hıyanet ediyormuş. Böyle hayasız, aşağılık insan, padişahımın vezirliğine yakışmaz! Bunun vezarette bulunması, saltanatınıza leke getirir. Bu fenalığı işitince hemen arz etmeye mecbur oldum. Arz etmeseydim efendimin nimetini unutmuş olurdum. Hem de bu arzımı şüphe ve zan üzerine yapmadım. Bana yakin hasıl olmayınca söylemedim. Şunu da ilaveten arz ederim ki kölelerimden biri, bu yeni veziri bu kölelerden birisini kucaklarken gözleriyle gördüğünü bana söyledi. İşte, işin olup bitenini arz ettim. Üst tarafı padişahımın reyine, iradesine kalmıştır. Padişahım arzu ederse benim gibi tecrübe buyurabilirler.”

      İyilik bulmayası eski vezir, işi bu kadar çirkin surette anlatır. Böyle anlatması da tabiidir. Çünkü kötülük düşünen insanlar ufacık bir tutamak bulunca büyüklerin kalplerini ateşe verirler. Ufak bir şeyle ateşi yakmak ve sonra onunla büyük odunları tutuşturmak kabildir.

      Bu haber padişaha öyle bir hararet verdi ki ateş üzerinde kaynayan tencereye döndü. Yeni vezirin kanını hemen dökmek istedi. Fa kat aklı, vicdanı karşısına çıktı; ona, dur, diye işaret etti ve şu sözleri söyledi: “Bir insanın kendi yetiştirdiği birisini öldürmesi mertlik değildir. Adalet ve lütuftan sonra zulüm çok soğuk kaçar. Kendi yetiştirdiğin kimseyi incitme. Senin aman okunu tutan kimseyi sen ok ile vurma. Birisinin kanını zulüm ile içecek isen onu boş yere nimet ile besleme. Onun hünerleri sence layıkıyla malum olmadıkça divanda ona bir mevki vermemiştin. Şimdi de suçu tahakkuk etmedikçe düşman ağzına bakarak onu cezalandırma.”

      Birisini öldürmeden evvel zindana atmak muvafıktır. Çünkü kesilen başı bitiştirmek mümkün değildir. Ferman, rey, şevket sahibi padişahların, insanların zahmetinden aciz göstermeleri caiz değildir.

      Tahammülden boş, gurur ile dolu başa, padişahlık tacı haramdır. Sana cenk zamanında sebat göster demem; belki, öfkelendiğin zaman yıkılma, gazaba kapılma derim. Aklı olan her kimse tahammül eder; fakat maksat hışma mağlup olmayan akıldır.

      Öfke bir kere askerini pusudan hücum ettirince ortada ne insaf kalır ne Tanrı korkusu kalır ne de din.

      Feleğin altında öfke gibi bir dev görmedim. Bunun dehşetinden cinler, melekler bile ürküp kaçarlar.

      Padişah, gazabını yenerek eski vezirden duymuş olduğu sırrı kimseye açmadı. Çünkü hâkimler: “Ey akil, gönül, sırların zindanıdır; söyleyince onu kaçırmış olursun, bir daha zincire çekemezsin.” demişlerdir.

      Padişah, o akıllı sayılan yeni vezirin işini teftişe ve tarassuda başladı. Neticede, onun reyinde bozukluk gördü. Bir gün yeni vezir kölelerden birine bakınca kölenin bıyık altından güldüğünü gördü. Vezirin bakışı, kölenin gülüşü, ara yerdeki sevişmeyi gösteriyordu. Çünkü iki kimsenin canı ile aklı birleşince dudaklar kımıldamadan birbirleriyle konuşurlar. Sonra göz bakmaya doymaz; didara doyum olmaz. Nasıl ki susaklık yani istiska illetine tutulan kimse Dicle Nehri’ni içse doymaz…

      Padişah, yeni vezir ile köle arasındaki birliği görünce suizannı katileşti. Bu hâl kanına dokundu, gazabı arttı. Böyle olmakla beraber, gazaba mağlup olmayarak yine akilane davrandı. Ona yavaşça şu sözleri söyledi: “Seni ben akıllı sanıyordum. Memleketimizin esrarına seni emin ittihaz ettim. Bilmedim ki sen sersem, medhe değil, zemmedilmeye layık insan imişsin, sana tapşırdığım vezaret senin yerin değilmiş. Fakat bu işte kabahat sende değil bendedir. Tabiidir ki soysuz insan beslersem sarayımda hıyanet edeceği muhakkaktır.”

      Padişahın bu tahkiri üzerine, o çok bilen yeni vezir başını kaldırdı, şöyle dedi: “Ey iş bilen ulu şahım, benim eteğim kabahatten temiz olunca kötülük düşünen insanların isnat edecekleri fenalıktan korkmam. Sarayı hümayununa karşı hıyanet fikri, asla gönlümden geçmemiştir. Bu hıyaneti bana kim isnat etmiştir bilemem?..”

      Cevap olarak padişah şöyle dedi: “Sana söylediğim şeyleri, düşmanların, yüzüne karşı söylemeye hazırdır. İşi açıklayayım: Bunu bana eski vezirim söyledi. İşte hakkında söylenen budur. Bir diyeceğin varsa söyle.”

      Yeni vezir parmağını dudağına götürdü, güldü, şöyle dedi: “Eski vezir benim hakkımda ne söylese taaccüb edilemez. Beni kendi yerinde gören bir hasut, benim fenalığımdan başka ne söyler? Efendim beni ona tercih edince tabiidir ki o benim düşmanım olmuştur. O beni kıyamete kadar sevemez. Nasıl sevebilir ki; ben aziz oldukça o zelil yaşayacaktır. Padişahım, eğer bendenizi dinlerseniz temsil tarikiyle bir hikâye arz edeyim. Bilmem hangi kitapta gördüm. Birisi şeytanı rüyasında görmüş. Bakmış ki selvi gibi boyu, huri gibi çehresi var. Yüzü güneş gibi ziya saçıyor. Yanına gitmiş, demiş: ‘Bu ne hâl, melek bile bu kadar güzel olamaz. Mehtap kadar güzel bir yüzün varken niçin dünyada çirkinlikle dillere düşmüşsün? Herkes seni korkunç sanır. Hamam kapılarında seni çirkin bir surette resmederler. Hatta sarayın nakkaşı, saray divanhanesinde seni asık, ekşi, iğrenç bir surette nakşetmiştir.’

      Bu sözleri işitince bedbaht şeytan inlemiş, feryat etmiş, şöyle demiş: ‘Hey âdemoğlu, benim için yapılan resimler, benim hakiki resmim değildir. Ben hakikatte gördüğün gibi güzelim. Fakat ne çare ki kalem düşman