cite>
Duvarları ve tavanı uzun bir kışın isleriyle kararmış bu yer odasında mahpus gibi duran bodur ve çirkin ocak, içindeki odunları sanki hiddetle yakıyor, bir an evvel yutmaya çalışıyordu. Hızla tutuşarak uzanan ve sönen alevler, mandolinle heyecanlı sosyalist marşını çalan genç Boris’i, karşısında ezelî ve nihayet bulmaz millî çorabını ören güzel karısı Magda’yı, hafif ve akıcı bir kırmızıya boyuyor, bütün odayı kaplayan büyük ve kötürüm gölgelerini titretiyordu. Dışarıda vahşi ve soğuk bir şubat gecesi vardı. Kudurmuş bir rüzgâr küçük pencerenin örtülmüş kepenklerine çarpıyordu. Ortadaki kaim ayaklı, kaba ve iri masanın etrafında yine kaba ve biçimsiz sandalyeler duruyor, çalınan mandolinin keskin sesini dinler gibi uyukluyorlardı. Ocağın üstündeki harap ve ihtiyar saat gece yarısının geçmiş olduğunu gösteriyordu. Boris, mandolinini duvara dayadı. Ayağa kalktı. Birden tavanı kaplayan gölgesiyle gerindi. Magda seri tığlarının ucundan güzel gözlerini kaldırdı:
“Uykun mu geldi?”
Genç ve iri Boris gerinmesine devam ederek cevap verdi:
“Hayır, hiç uykum yok…” dedi ve tekrar oturarak ilave etti:
“Bilmem niçin, bu gece içimde bir sıkıntı var.”
Magda birden durdu. Çorabını dizlerinin üzerine indirdi. Mütereddit ve şüpheli İslav gözleriyle kocasına baktı. Kaşlarını çatarak:
“Benim de içimde bir sıkıntı var!..” diye söylendi. Boris ancak yirmi beş yaşında vardı. Baba İstoyan’ın bir tanecik oğluydu. Köyünde, Sofya’dan gelen muallimden okuduktan sonra, genç papazın delaletiyle kendisi de Sofya’ya gitmiş orada tahsilini bitirmişti. Beş sene nihayetinde potursuz ve kuşaksız dönen dinç ve güzel Boris, babasının evinde, ihtiyar anasının yanında çok oturmamış, bir gün dağa çekilip gitmişti. Senede ancak birkaç defa, geceleyin gelir; anasıyla babasıyla görüşür, yine kaybolurdu. Genç Türkler hiç beklenilmeyen Meşrutiyet’i ilan edince o da bu-tün arkadaşları gibi şehre inmiş, silahını hükûmete teslim etmiş ve köyüne gelmişti fakat anası yoktu. O üç ay evvel “Ah Boris, ah Boris!” diyerek ölmüştü. Gözlerinin açık kaldığını ve papazın eliyle kapamaya çalıştığı hâlde muvaffak olamadığını komşular söylüyorlardı. Issız ormanlarda, korkunç kayalıklarda, hep kamersiz gecelerin karanlıkları içinde geçen beş seneden sonra hür ve serbest, parlak ve yeşil köyü pek hoşuna gitmişti. Artık babası pek ihtiyardı. Tarlaları ve çifti idare edemiyor, adamları onu aldatıyorlardı. İşleri eline aldı. Zaten saye karşı derin bir muhabbeti vardı. Bir gün köydeki mektebin daskaliçe’sine1 rast geldi. Tanıdı. Bu kızcağız da kendisi gibi Sofya’da okumuştu. Konuştular ve çok sürmedi; seviştiler, izdivaç ettiler. Magda, Boris’e vardıktan sonra mektebi terk etmiş; hayatını, evine, zevcine hasretmişti. Aşkları gittikçe ziyadeleşiyor, fikirlerinin tevafuku onları, daha şedit bir iştiyak ile birbirleriyle rapteyliyordu. İşte aylardan beri böyle gece yarılarını bulurlar, konuşurlar, sevişirler, uyumak istemezlerdi.
Boris tekrar mandolinini aldı. Çalmaya başladı. Magda çorabını örüyor ve düşünüyordu. Üç ay sonra çocukları olunca kim bilir ne kadar mesut olacaklardı. Tığlardan ayırdığı gözleriyle kabarmış karnına bakıyordu. Eteğinin altında, karnında, kendi içinde Boris’in yavrusu duruyordu. Dirseklerini bu şişliğe temas ettirerek saadetten titriyor ve ayıp bir şey yapıyormuş gibi gizlice Boris’e bakarak kızarıyordu. Ocaktaki odunlar çatırdayarak yıkılıyor, birden alevler çoğalıyor, sanki bütün oda kırmızı gölgelerle doluyordu. Boris yine sosyalist marşını çalıyordu. Bitirdi. Mavi gözleriyle karısına baktı ve marşın nakaratını tekrar etti:
“Dajivea trada…”2
Magda çok saçlı güzel başını kaldırdı. İnce kaşları, muntazam bir burnu, pembe ve taze bir rengi vardı. Geniş omuzları, kabarık memeleri esvabının altından taşmak istiyor gibiydi. Alevlerle aydınlanan eteklerinin altındaki kaim bacaklarından sonra ayakları pek küçük ve nazik kalıyordu. Gebelik onu daha güzelleştirmiş, daha nefis ve mükemmel bir kadın yapmıştı. Genç ve iri Boris müştak gözlerle zevcesini süzüyor, ruhundaki sıkıntıyı atmaya, bu meçhul kaderi unutmaya çalışıyordu. Konuşmak istedi:
“Yaşasın say ve taab!” dedi, “Değil mi Magda’cığım, çalışan mesut olur. Acaba sosyalistlerin hayali ne vakit hakikat olacak?”
Magda başını salladı, gülümsedi:
“Hiç, hiç, hiçbir vakit… Onların hayali hep hayal kalacak! Yine insanlar fenalar elinde esir olacak, çalışmanın faziletini birçok adamlar inkâr edecek.”
Boris mandolinini kucağından bıraktı. Ellerini pantolonunun cebine soktu, ayaklarını uzattı:
“Evet ben de bu hayalin hakikat olacağına kail değilim.” dedi, “Lakin bu hayaldeki insanlık fikrine meftunum! Düşün. Muharebeler kalkacak. Cinayetler olmayacak. Hain politika unutulacak, herkes kardeş gibi… Çalışacaklar ve mesut olacaklar…”
“Heyhat!..”
Boris de tekrar etti:
“Benden de heyhat! Hele burada, bu pis ve vahşi yerde, bu zalim Makedonya’da rahatla çalışmak mümkün değil. Ah bu kanlı Makedonya!..”
Magda boynunun altında ansızın bir acı duydu. Çorabını bıraktı. Boris’in yüzüne baktı. Kalbi hızla çarpmaya başlamıştı. Rüzgârın bir küfrü andıran şiddetli gürültüsünü işitti. Ocağın üzerindeki saatin kırık bir kalp gibi vuran kuvvetsiz ve mahzun tik taklarını duydu. Ayağa kalktı. Boris’in boynuna atıldı:
“Ah, yatalım!” dedi, “Böyle acı şeylerden bahsetme…”
Boris kolunu Magda’nın beline, kalçasının üzerine koydu. Onu kucağına çekti, oturttu. Dudaklarından öptü. Bir an, bir dakika, uzun bir dakika böyle kaldılar. Boris diğer eliyle karısının kabarık memesini tuttu. Bütün avcunu dolduran bu yumuşak ve nefis kabarıklığı yavaş yavaş, dalgalandırarak sıktı. İkisinin de gözleri küçülüyor ve titriyorlardı. Magda’nın başı Boris’in kuvvetli göğsüne düştü. Boris dudaklarını bu çok ve kumral saçların arasına koydu:
“Müsterih ol Magda’cığım, artık hiç korkmayacak, mesut olacaksın!..”
Genç kadın iri ve çıplak bacaklarını kocasının kavi bacaklarına dolaştırdı. Sıktı. Bütün vücudu takallüs etti ve sordu:
“Ah mesut olacak mıyız? Nasıl? Söyle, nasıl?” Boris mesut ve mahzuz:
“Anlatayım, inan.” dedi, “Artık buradan gideceğiz.”
“Kaçacak mıyız?”
“Hayır, hicret edeceğiz.”
“Nereye?”
“Amerika’ya.”
“Amerika’ya mı?”
“Evet, Amerika’ya Magda’cığım. İşte iki aydır hazırlanıyorum. Sana haber vermedim. Tam buradan çıkacağımız gün söyleyecektim. Babama nemiz varsa sattırdım. Şimdi sekiz yüz liramız var. Sekiz yüz lira ile Amerika’da bir insan çalışırsa çok mesut olur.”
Magda kocasının bacaklarını daha ziyade sıktı ve dönerek boynuna sarıldı.
“Niçin benden sakladın?” dedi, “Oh, ne kadar mesut olacağız!..” Boris karısının dudaklarını öperek cevap verdi:
“Sebep vardı. Korkacaktın. Senden saklamaya mecburdum.”
“Söyle ne vardı? Niye korkacaktım?”
“Şimdi söylesem yine korkacaksın.”
“Söyle, korkmam.” Boris tereddütle anlattı:
“İki ay evvel, bir pazar gecesi eve geliyordum. Kapıda bir mektup buldum. Açtım. Bu, ihtilal komitesi tarafından yazılmıştı.”
“Ah…”
“Evet, ihtilal komitesi tarafından… ‘Ey dinsiz Boris!’ diye başlıyordu ve ‘Vaktiyle dağlardan neşretmek istediğin sosyalistliği burada öğretmeye başladın. Hainsin! Vatanımızın düşmanısın! Bil ki o hain kafanı balta ile vücudundan koparacak, sana uyanların, seni sevenlerin eline vereceğiz.’ ”
“Ah!”
“