git söyle, ben geleceğim…” dedi, “ ‘Baba İstoyan hasta imiş!’ de.”
Kız “Sıs zdrave.”4 dedikten sonra çıktı. Kapıyı açık bırakmıştı. Şiddetli bir rüzgâr giriyor, lambanın ziyasını dalgalandırıyor, Magda’nın eteklerini kımıldatıyordu. Boris karısına baktı. Bitmişti. Sanki o bu dakika ölecekti. Sapsarıydı. Yürüdü, kuvvetli kollarıyla dayandığı duvardan onu çekti.
“Korkma!” dedi, “Ben yarım saat sonra gelirim.”
Magda ağlamaya başladı. Ta içinden gelen hıçkırıklarla sarsılıyor:
“Ah gitme, gitme, gitme Boris’çiğim!..” diye yalvarıyordu. Boris onu öperek teselli ve teskin etmeye çalıştı. Eğer gitmezse gelip mutlaka bir edepsizlik edeceklerini, Baba İstoyan gitse zavallı ihtiyardan hakaret ve işkencelerle para isteyeceklerini anlattı ve ilave etti:
“Hainler babamın her şeyi sattığını haber aldılar, hicret edeceğimizi tahmin ettiler. Şimdi bütün servetimiz olan sekiz yüz lirayı isteyecekler. Babam giderse işkence ve tahkir edecekler. Şimdi ben giderim. Onlarla konuşur; kendileriyle beraber dağa çıkmaya razı olduğumu söylerim ve paraların da henüz alınmadığını, bir hafta sonra elimize geçeceğini anlatır, kandırırım. Yarın akşam bizi burada bulamazlar…”
Magda meyus ve perişan:
“Ah inanmazlar, sana bir fenalık yaparlar!” dedi. Boris tekrar temin etti. Mutlaka kandıracağını, böyle bir hareketten başka çare olmadığını, Baba İstoyan giderse işte asıl fenalığın o vakit olacağını uzun uzadıya anlattı. Magda asabi ve derin hıçkırıklarla ağlıyor, kıvranıyor, ince parmaklarıyla kumral saçlarını sıkıyordu. Boris kalpağını başına koydu. Karısını tekrar öperek ve elini sıkarak:
“Haydi sevgilim, cesur ol!” dedi, “Yarım saat sonra gelirim, yatarız. Bu son gecenin heyecanları bize bir hatıra olur.”
Kapıya yürüdü. Magda da beraber yürüdü. Titrek bir sesle:
“Ben de geleyim Boris!” dedi lakin kocası razı olmadı:
“Sen orada sarhoşların arasında ne yapacaksın? Burada otur, bekle, yarım saat sevgilim, cesur ol.”
“Ah, bari yanına revolverini alsan…”
“Muharebeye gitmiyorum ki… Konuşmaya gidiyorum, lüzumu yok!” dedi ve asabi bir istical ile dışarı çıktı. Magda kapıda kalmıştı. Karanlık, elle tutulacak ve hissolunacak kadar siyah ve kesif idi. Kocası bu karanlıkta kaybolmuştu. Sevgili Boris’ini yutan bu siyah rüzgârlı gecenin ademi andıran, ölümü ihtar eden korkutucu karanlığı gözlerinden vücuduna, damarlarına giriyor, kanına karışıyor, ruhuna nüfuz ediyordu. Başı döndü. Hıçkırıklar ve gözyaşları içinde tıkandı. Olduğu yere yıkıldı. Gözlerini vahşi ve siyah geceye dikmiş, siyah ve soğuk rüzgârın altında ağlıyor, fasılasız hıçkırıklarla kıvranıyordu.
Baba İstoyan daima güneş battıktan sonra yatar, hemen uyur ve sabah olmazdan iki saat evvel uyanırdı. Kuşağını sararak kapısını açtı. Gelinini bahçe kapısının eşiğinde uzanmış görünce şaşaladı:
“Ne yapıyorsun orada?” dedi. Magda kayınbabasının sesini işitir işitmez kalktı. Toplandı:
“Hiç!” diye cevap verdi, “Dışarı çıkacaktım, uzanmıştım.”
İhtiyar ocağa doğru yürüdü. Magda kapıyı itti ve ocağa koştu. Odun attı, tutuşturmaya başladı. İhtiyar, çubuğunu dolduruyordu. Magda ateşi yaktıktan sonra ortada, kaba ve kalın ayaklı masanın yanındaki bir sandalyeye oturdu. Dirseklerini dayadı. Başını ellerinin içine aldı. İşte yarım saat oluyordu. Boris henüz gelmemişti. Niçin bu kadar gecikmişti? Kalbi burkuluyor ve avazı çıktığı kadar haykırarak ağlamak, kendisini yerlere atmak, koşarak Melina’nın evine gitmek, Boris’i bulmak, onun kolları içine atılmak istiyordu. Baba İstoyan kamburunu çıkarmış, sakin ve abus, çubuğunu çekiyor ve sol elinin orta parmağı ile burnunu karıştırıyordu. Harap ve eski saat durmuş da sanki yeniden kendi kendine işlemeye başlamış gibi hazin tik taklarını tekrar işittiriyor; tutuşan odunlar, yine odanın içine kırmızı gölgeler, kırmızı hayaller dolduruyor; soğuk rüzgâr daha vahşi, daha hain haykırıyor, pencerenin kepengini daha ziyade sarsıyordu. Magda, Boris’i düşünüyor ve gizli gizli hıçkırıyordu. Kalbi şişiyor, göğsünü acıtıyordu. Dışarıdan uzak köpek sesleri işitildi. Bunlar mutlaka komşunun köpekleriydi. Birden başını kaldırdı. İşte Boris çıkmış olacaktı. Köpekler havlıyorlardı. Dinledi. Oh! Boris geliyordu… Birkaç dakika kımıldamadı, öyle kaldı.
Şimdi köpek sesleri yaklaşıyordu. Kendi köpekleri de havlıyorlardı. Fakat niçin?.. Boris’e niçin havlıyorlardı? Acaba yanında bir yabancı mı vardı? Köpek sesleri daha ziyade yaklaştı. Magda ayağa kalktı. Pencerenin yanına gitti. Kepengi açmaya cesaret edemiyor, meçhul bir korku onu hareketsiz bırakıyordu… Köpekler pek yaklaşmışlardı. Ayak sesleri işitiliyordu. Magda’nın kalbi durdu. Nefesi kesildi. Kendinden geçti.
Kapı birdenbire vurulmuştu. Baba İstoyan sıçradı ve çubuğunu düşürdü. Magda elini kalbinin üstüne koydu. Omuzlarını kaldırdı. Boynunu içeri çekti. Kapı tekrar ve daha şiddetle vuruldu. Baba İstoyan kalktı. Pencereye doğru yürüdü. Kuvvetsiz bir sesle:
“Kim o?” dedi. Dışarıdan ahenksiz bir ses cevap verdi:
“Aç Baba İstoyan, biziz. Konuşmaya geldik. Korkma!”
İhtiyar mütereddit ve korkak, tekrar sordu:
“Siz kimsiniz?”
“Kaptan Raçof, Pançe, Sandre…”
İhtiyar yıldırımla vurulmuş gibi dondu kaldı. Bunlar en müthiş, en kanlı, en merhametsiz, en gaddar komitalardı. Namları bütün ova köylerini titretiyordu. İhtiyar bir hayal gibi kapıya yürüdü. Açtı. Uzun boylu, kahverengi esvaplı, omzunda manliher bir adam göründü. Gözleri küçük ve kanlıydı. Zayıf ve gayet çirkin bir boynu vardı. Baba İstoyan, yalnız Bulgar köylülerine has olan o esir ve mazlum tavır ile eğildi, yine bu köylülere has olan o çolak ve sahte selamla voyvodayı selamladı.
“Buyurunuz gospodin!”5 dedi. Raçof’un arkasında iki kişi daha vardı. Bunlar da manliher tüfekleriyle müsellah idiler. Bellerinde ve göğüslerinde çaprazvari fişeklikler bulunuyordu. Bir tanesi kısa boylu, esmerdi. Diğeri Raçof gibi sarı fakat daha genç ve daha az çirkindi. Magda’nın gözleri açılmış ve yüzü bembeyaz olmuştu. Koştu. Raçof’un ayaklarına sarıldı. Öpmeye başladı. Ağlayarak istirham ediyordu:
“Gospodin! Boris nerede? Ah, Boris nerede?”
Raçof ayaklarına kapanmış güzel kadının, güzel saçlarını müteverrim ve çamurlanmış yılanlara benzeyen parmaklarıyla okşayarak:
“Kalk sosyalist daskaliçe, kalk!” dedi, “Şimdi Boris’in gelir. Biz şimdi işimizi konuşalım…”
Ve yürüdü. Magda yerde kalmıştı. Masanın yanındaki sandalyeye teklifsizce oturdu. Masanın üzerine tüfeğini koydu. Öbürleri de karşısına oturdular. Esmer ve kısa boylunun elinde siyah beze sarılmış yuvarlak bir şey vardı. Onlar da tüfeklerini masanın üzerine koydular ve siyah beze sarılı yuvarlak şey de tüfeklerin yanına kondu. Raçof, Baba İstoyan’a döndü:
“Gel bakalım çorbacı!” dedi, “Karşıma otur. Seninle konuşacağım. Magda, sen de şöyle yanıma gel. Baban aksilik ederse bize muavenet et ki fenalık yapmayalım.”
İkisi de tereddüt etmedi. Baba İstoyan, Raçof’un karşısına