bu sabah ne kadar soğuktu. Yatağımın hararetlerini terk ettiğim vakit, çılgın fırtınalarla haykırarak, tehditkâr rüzgârlarla camları döverek geçen gecenin bütün bürudetini massetmiş olan soğuk terliklere çıplak ayaklarımı sokunca içimde bakıyye-i leyl bir üşümenin titrediğini hissettim. Hizmetçim tabii uyuyordu, onu bu yakıcı soğukta sıcak yatağından kaldırmaya acırdım. Odamın kapısını açtım. Dışarıda kesici ve parçalayıcı kışın müfteris soğuğu yüzümü ve ellerimi tokatladı. Bu merhametsiz tokatların altında kollarımı sıvadım. Abdestimi aldım. Odama dönünce yalancı bir sıcaklık bir nefes-i teselli gibi, havlunun altından kollarıma, yüzüme, ıslanmış saçlarıma temas ediyordu. Daha fecr-i sadık uyanmamıştı. Fecr-i kâzibin donuk kırmızı sükûneti gecenin süradık-ı zalam-ı baridini parçalayarak büyüyor ve genişliyordu. Pencereye dayandım. Önümde, zir-i payımdaki bütün evler, ebedî bir uykunun uyanılmaz kâbuslarını itmam ediyor gibi camit ve bihayat, duruyorlardı. Deniz namahdut bir incimad-ı laciverdi ile uyuyor ve fecrin zail gölgeleriyle titreyen uzak ve sisli sahillere beyaz dalgalarıyla nihayetsiz bir hatt-ı fasıl çiziyordu.
Evlerin arasında fakir ve naçiz fakat bir azamet-i maneviye ile semaya doğru yükselen eski caminin küçük ve ihtiyar minaresi daha boştu. Sonra… Bu dakika-ı ezeliyette bütün o intiha-yıleyal-i sincabi zulmetler mavi bir şeffafıyet-i sürh gibi takattur ederken minarenin şerefesinde genç müezzinin zıll-ı zaifi hareket etti. Ben hırkama bütün bütüne büründüm. Soğuktan büzülmüş ve mütefekkir, bu kâinat-ı melul ü esmere karşı unutulmaz bir hitab-ı uluhiyetin hatırası gibi derinden aksi ve ruhumu lerziş haşyet eden ezanı dinlerken, on beş senedir kalkabildiğim bu büyük ve meşbu-ı ruhaniyet sabahların birincisini düşünüyordum. Ah on beş sene evvel…
Şimdi muhit-i tesellisinden ne kadar uzak bulunduğum annem, dünyada en sevdiğim, dünyada yegâne perestiş ettiğim bu vücud-ı muhterem, işte derhatır ediyorum, on beş sene evvel beni ilk sabah namazına kaldırmış idi. Galiba yine böyle bir kıştı. Onun odasına bitişik olan küçük odamdaki küçük karyolamda uyurken bir buse-i esir ü har gibi alnımı okşayan nazik eliyle, nazik, ince parmaklarıyla saçlarımı tarayarak:
“Haydi Ömerciğim kalk.” demişti, “Kalk, haydi yavrucuğum.”
Ben gözlerimi açmıştım. Köşedeki küçük yazıhanemin üzerinde yanan küçük gece kandili -ah bunu unutamam, bu bir kedi kafası idi- iki pencereli olan odamın beyaz, muşamba perdelerinin esmerliklerini aydınlatıyor ve yeşil, camit gözleriyle bana bakıyordu.
“Fakat anneciğim demiştim, daha gece…”
Her vakit öptüğü yerden, sol kaşımın ucundan tekrar öperek:
“Yok yavrucuğum, saat on iki, sonra vakit geçer.” diye koltuklarımdan tutarak kaldırdı.
İçi fanilalı küçük terliklerimi giyerek ve gözlerimi yumruklarımla ovuşturarak onu takip ettim. Karanlık sofadan bir lahzada geçerek odasına girdik. Bağdaş kurmuş bir zenciye benzeyen siyah ve alçak soba gürüldeyerek yanıyordu.
“A… Pervin de kalkmış…”
Pervin -hizmetçimizdi- elindeki sarı güğümü sobanın üzerinden indiriyordu. Onun kalkacağına hiç ihtimal veremezdim. Annem demişti ki:
“Pervin her sabah kalkar.”
Ben hiç kalkmadığım hâlde onun her sabah kalkmasına taaccüp ettim. Hırkamı çıkardılar, kollarımı sıvadılar, abdest leğeninin yanına çömeldim, anneciğim.
“Öyle yorulursun.” diyerek küçük bir iskemleyi altıma koydu, ona oturdum:
“Haydi, besleme çek!”
Pervin ılık suyu ellerime döküyor, annem baş ucumda:
“Yüzünü… Şimdi kollarını, yine üç defa…” diye fısıldıyor unuttukça…
“A! Hani başına mesh?..” gibi ihtarlarla yanlışlarımı bana tekrar ettiriyordu. Abdest bitince annemle beraber yavaş bir sesle namaz dualarını okuyarak kollarımı ve yüzümü kuruladık, Pervin de ayaklarımı kuruladı ve çoraplarımı giydirdi. Isınmak için sobanın önüne gitmiş, arkama dönünce annemi Irakıyye seccadeyi açıyor gördüm… Sonra başına yeşil baş örtüsü örterek beni çağırmıştı:
“Gel…”
Gittim. Küçücük ben, oh, onunla bir seccadede, bir yavru samimiyeti ve saadetiyle o muazzez, o hassas anne vücudunun yanında durdum. İki lakırtı ile bana yapacağımı, evvelden öğrettiklerini tekrar etti:
“İki rekât sünnet… Gece öğrendiklerini zammet, unutmadın ya?”
“Hayır…”
“Haydi…”
O iftitah tekbirini, ellerini omuzlarına kaldırarak bir kadın gibi yaparken ben de gayriihtiyari onu taklit etmiştim. Sünneti bitirdikten sonra bana, gözlerinin nuşin ve nafiz tebessümüyle gülerek:
“Yavrum!” demişti, “Sen kadın mısın? Kadınlar öyle başlar, sen erkeksin, ellerini kulaklarına götüreceksin.”
Ve hararetli elleriyle benim küçük ellerimi kulaklarıma kaldırarak:
“İşte böyle…” diyerek erkek iftitahını öğretti. Ben de tekbiri öyle alıp annemden farkımı, niçin erkek olduğumu, erkekliğin ne olduğunu, erkek olmanın yalnız küçük kızları dövmek ve onlara hâkim olmaktan başka da farkları olacağını düşünerek namazı bitirdim.
Dua ederken sordum ki:
“Nasıl dua edeceğim anne?..”
O dua ediyor ve dudakları hareket ettikçe baş örtüsü de ihtizaz eder gibi oluyordu, başını salladı, duasını bitirdikten sonra, daha hâlâ hatırımda:
“Evvela, ‘İslam olduğum için ey cenab-ı vacibü’l-vücut hazretleri, sana hamd ederim’ de. Sonra ‘Vatanımızın düşmanlarını perişan etmeni senden istirham ederim.’ de… Sonra da ‘Bütün eziyet çeken, hasta olan, felakette bulunan, fakir olan Müslümanların selamet ve sıhhatlerini senden temenni ederim.’ de… En sonra kendin için kendi iyi olman ve şeytanın yalanlarına aldanmaman için dua et!” demişti. Ben bu basit ve Türkçe duayı, annemin dolabındaki birbiri üstüne duran ve karıştırmaklığım “Dua kitaplarıdır, sakın ilişme…” ihtarıyla daima men olunan, yıpranmış, Arapça ve esreli, üstünlü kitapları derhatır ederek içimden söyledim, sonra Fatiha…
Annem seccadeyi toplayarak bana uyuyup uyumayacağımı sordu, uykum var mıydı, bunu bilmiyordum… Cevap vermedim.
“Haydi öyleyse, git kitabını getir, dersini dinleyeyim.”
“Peki.”
Artık esmer ve duman gibi bir aydınlıkla tenevvür eden sofadan hızla geçtim. Odamın perdeleri biraz beyazlaşmış, küçük gece kandilinin yemyeşil gözleri sönerek siyah iki nokta gibi kalmış; sanki, geceleri kendisine bakarak uyuduğum bu kedi kafası ölmüş; terk-i hayat etmişti. Yazıhanemin üstünde açık duran kitabımı kaptım, annemin yanına koştum, hiç yanlışım çıkmadı.
Annem geceleri derdi ki:
“Yatmazdan evvel dersini üç defa oku yavrum, uyurken melaikeler sana onu öğretir.”
O melaikeler bu gece de uykumda bana dersimi öğretmişlerdi. Annem müşfik aferinlerle saçlarımı okşadı ve:
“Daha mektebe çok vakit var.” diye beni kendi yatağına yatırdı.
Uykum yoktu, anneme bakıyordum; yeşil baş örtüsü başında, bu zulmet-i münevvere içinde, bir hayal gibi hareket ederek Kur’an’ını aldı ve pencerenin kenarına, geniş sedire oturarak mühtez ve rakik sesiyle