Омер Сейфеддин

Bomba


Скачать книгу

Hasılı o bir sanatkârdan asla bir ikametgâh yapamadığı hâlde, mükemmelen tezyin ve tefriş eder.”

      Cebinden büyük kapı ile mütenasip olmayan küçük bir anahtar çıkardı; onunla kapıyı açtı, içeri girdik. Hoş bir boya kokusu bizi istikbal etti, burası geniş bir oda, âdeta bir salondu. Yirmiye karib sehpa büyük ve natamam tabloların altında münkat ve hâbide bir sükûn ile duruyordu. Bu tuhaf karışıklık beni sormaya mecbur etti:

      “Burada başkası da çalışıyor mu?”

      “Yok, yalnız ben.”

      “O hâlde bu kadar sehpa fazla değil mi?”

      Gülerek cevap verdi:

      “Ooo, azizim, tabiatımı bilirsin, her şeyden çabuk bıkarım. Bir tanesini bitirmeden diğerine başlıyorum. Vakıa küçük levhaları tamam ediyorum, fakat büyükleri… Şimdiye kadar bir tane tamam edemedim. Başladıklarımı da atmaya kıyamam, işte vakitsiz doğan çocuklar gibi yarım yaşamaya mahkûmdurlar. Onların matemleri bende başka elemler uyandırır, o uyanan elemler vehm-i sanatla imtizaç ederek bir hayal olur; al sana işte bir levha!”

      Kolumdan tuttu, odanın köşesine, büyük pencerelerin inmiş beyaz perdelerinden süzülen bulanık ziyalardan müteşekkil hafif gölgelerin tekasüf ettiği köşeye götürdü. Temiz kayından şık bir sehpa üzerindeki tablonun mestur olduğu mavi ve ince bir kâğıdı kaldırdı. Bu tamam bir resimdi. Bu o kadar bedii idi ki, bütün ali şeylerin ruhlarda nagehan uyandırdığı o müphem tesir-i gaşyâlûda benzer bir hisle beni düşündürdü: Karanlıkça bir resim-hane. Birçok natamam tablolar, yere devrilmiş boya çanakları, üstübeç paketleri, şişeler, tabaklar… Bunların arasında gür ve kumral saçlı genç bir ressam alçak bir iskemleye bıraktığı büyük ve beyaz paletine, bir demet teşkil eden fırçalarına dalmış düşünüyor; sağ omzunun üzerinden bir peri pembe ve esirî bir yelpaze ile onun saçlarını dalgalandırıyor ve şefkatkâr nazarlarla gülümsüyordu. Gayriihtiyari:

      “Oh, ne güzel!” dedim, “Buna ne isim veriyorsun?”

      “ ‘Alâm-ı Nûşîn’ iyi değil mi?”

      Manyetizma olmuş gibi levhanın başından ayrılamıyordum; bu hercümerc-i sanatkârane… Namerî gölgelerin gayri mahsus irtisamları, perinin yelpazelediği genç ressamın alnındaki küçük ter tanelerinin bu kadar tabii bir surette teressümü… Bütün bunlar beni hayran ediyordu. O kolumdan çekti, diğer levhalarını, o büyük ve natamam levhalarını gösterdi ve anlattı. “Alâm-ı Nûşîn”i gördükten sonra bunlar bana pek adi geldiler. Nihayet:

      “Haydi, odama gidelim!” dedi, resimhaneden çıktık, bitişik bir odaya girdik. Burasını arkadaşım servetinin vüsat-i mesudundan mütehassıl bir zevk-i sanatkârane ile tanzim etmişti. Kalın ve lacivert perdelerin altında mavi ve ince tüller büyük bir kelebeğin koparılmış büyük ve şeffaf kanatlarına benziyordu; küçük bir masa, üzerinde koyu bir Japon örtüsü, duvarlarda mütenazır levhalar… Ve kıymettar seccadeler. Büyük bir koltuk, pencerenin sağında lacivert kadifeli bir kanepe… Küçük ve ceviz bir kütüphane, sonra büyük bir halı, ki bütün döşemeyi örtüyordu. Cebinden paketini çıkardı, bana bir sigara verdi. Ben masanın önündeki sandalyeye oturmuştum. Verdiği sigarayı içiyor, bu muhit-i latifin lacivert mefruşat ile hafif ve kirli, lacivertleşen hava-yı mahsurunu teneffüs ediyordum; gözlerim masanın üzerinde, şüphesiz hiçbir cereyana maruz kalması mukadder olmayan kâğıtların üstündeki pres papier’e dalmıştı. Bu yumurtadan büyük billur bir küre idi. Elime aldım, gayet sanatkârane yapılmış bir saat olduğunu anladım, rakamlar bir pertavsızla bakılıyor gibi gayet büyük görünüyor ve kaim billurun altından işlediği pek az duyuluyordu. Arkadaşım sordu ki:

      “Hayatımı, sa’yimi nasıl buluyorsun?”

      Pres papier’i tekrar o gayri müteharrik kâğıtların üzerine bırakarak ona döndüm:

      “Oh, gıpta ettim fakat natamam levhalarının ikmali için biraz da sebata malik olsan.”

      Sigarasını şiddetle içerek:

      “Rica ederim!” dedi, “Bu sebat dediğin şeyi benim için temenni etme… Ondan nefret ederim! Kendimde meşgul olduğum bir şeye karşı azıcık sebat hissedecek olursam bütün muvaffakiyetsizliklerin, kederlerin, teessüflerin bende toplanacağına katiyen eminim. Ben ondan ne kadar uzaklaşırsam ne kadar uzaklaşabilirsem o kadar mesut olurum. Ve herkes de böyledir.”

      Güldüm:

      “Oo, böyle şey olur mu ya! Bu kadar garip, bu kadar aksi bir fikir?”

      Yine bir lakırtı feyezanı, yakın bir huruşanın tebeşbüş-i kahkaha-âmizi gibi onun dudaklarından taştı:

      “Bilakis pek doğru ve tabii…

      Şimdi sebat için felsefemi izah edeyim, belki bunu yanlış bulacaksın fakat mazursun çünkü bütün muhakemelerimiz bizim nokta-i nazarlarımıza göre tebeddül eder. Hatta tarz-ı tefekkürümüz bir olduğu hâlde nokta-i nazarlarımızın yekdiğerinden farklı bulunması bizim aramıza uçurumlar koymaya kifayet eder; bütün münakaşaları neticeden teb’id eden bu nokta-i nazardaki tuhaflıktır, şimdi ben nokta-i nazarımı söyleyeyim:

      Umumi ve istiaresiz… Sebat, biz bunu süsleriz, tezyin ederiz, büyük bir şey olarak kabul ederiz, değil mi? Hâlbuki şunu bitaraf ve çıplak düşünelim; ism-i ahlakisini aynı manaya delalet eden bir lügata tebdil edelim, ne olur? Mesela inat, bir nevi inat… İnadın kimlere mahsus olduğunu söylemeye hacet yok. Bunu sen de bilirsin. İnadıyla iştihar eden bir mahluk vardır ki küçük bir ırmağın üzerinden geçmemeye bütün mevcudiyetiyle inat ve sebat eder. Birkaç kilometre dayak tenavül eder. O kadar sebatkârdır ki zavallı sahibi yolu değiştirmeye mecbur olur. Şimdi şu hayvanda inadın yani sebatın itisafı bolca bir dayakla nihayet bulur fakat hayvan-ı natıkta, insanlarda? Bütün hayatta sürer. Açtığı cerihayı hiçbir şey kapayamaz. Mesela bir tüccar tasavvur et, bu zat pamuk ticaretiyle iştigal ediyor, servetinin yarısını kaybetmiştir; şimdi inat etmese, yani sebat etmese tebdil-i ticaret etse belki servetinin rahnesini kapatabilecektir. Bu ‘belki’ herhâlde onun ‘Belki kaybettiğimi bu yüzden kazanacağım.’ hayalindeki sebatın ‘belki’sinden daha emin ve faydalıdır. Mahaza o yine sebat eder, o ticarette iflas eder. Edebiyatta da böyle; parnasyenleri düşün, sonra romantikleri, sembolistlerin içinde bazılarını… Pardon, kendi edebiyatımızı düşünelim; işte yeniler, işte eskiler… Terakki etmek mahza eskilikten tecerrüt etmek değil mi, benim fikrim bu… Çünkü eser-i terakki denilebilen bir şey yoktur ki eskisine benzesin! Falan şey terakki ediyor, denilir, yani tebdil-i hâl ediyor, başkalaşıyor, hasılı eskilikten çıkıyor demektir. Her şeyle beraber edebiyat da tabii terakki edecek yani eskilikten ayrılacak, bunu eskiliğe mahkûm etmek kanun-ı tabii-i terakkiye mâni olmak gibi boş bir şey. İşte hakikati bu nokta-i nazardan muhakeme edenler meslek-i kadimlerinde, gazel-serâlıkta, kaside-nüvislikte sebat etmediler, terakkiye yani yeniliğe meylettiler, bugün kütüphanelerimizin en muhterem yerlerini işgal eden kitapları vücuda getirdiler. Bir şair tanırım ki senelerce gazel yazdıktan sonra tebdil-i meslek etmiş, hakikate karşı inat, yani sebat etmemiş, edebiyat-ı sahihaya meylederek terakki etmiş, en muktedir yazı yazanların ihtiramına nail olmuştur. Sonra işte tanıdığım bir zat ki gayet zeki, fazıl, malumatlı imiş… Bu mesleğinde sebat etmiştir. Ve Bursa’da vaktiyle neşrolunan ‘Fevaid’ risalesinde: Biz gazel vadisini terk edemeyiz. ‘Size icbar eden yok ya; istediğiniz vadide söyleyebilirsiniz, şunun şurasında üç beş kişiden ibaret kaldınız.’ denilecek olur ise cevaben, ‘hakiki bir istidad-ı şairiyetle meftur olarak yetişmekte olan ezkiya bu vadiyi ihya edecek kadar çok olduğunu’ kemal-i iftihar ile beyan ederiz.

      Конец ознакомительного фрагмента.

      Текст