Омер Сейфеддин

Bomba


Скачать книгу

bir an düşündü. Geri döndü:

      “Magda, bana bak!” dedi. Magda yine bir itisafa uğrayacak zannıyla titredi fakat bu sefer haydut nazik ve mürüvvetli idi:

      “Şunu görüyor musun Magda? Bu, işte bir bombadır. Eğer siz eziyet edip parayı vermeseydiniz, sizden yine zorla alacak ve mücazat olmak üzere ikinizi bir araya bağlayacak, bu bomba ile atacaktık. Lakin siz akıllılık ettiniz. Bize zahmet vermediniz. Mücazata hacet kalmadı. Şimdi senden bir ricam var, bu bombayı bana saklayacaksın. Sakın jandarmalara filan verme. Nasıl vadediyor musun? Ben de gidip hemen Boris’ini bırakayım…” Magda ümit ve tehalükle cevap verdi:

      “Vadediyorum gospodin! Allah aşkınıza hemen Boris’i gönderiniz.”

      Raçof tekrar sordu:

      “Göndereceğim lakin bu bombayı sadıkane hıfzedecek misin?”

      “Hıfzedeceğim.”

      “Nerede?”

      “Kendi çeyiz sandığımda! En gizli, en muazzez yerde!”

      “Bravo!.. Memnun oldum. Öyleyse Allah’a ısmarladık!” Hepsi güzel kadının elini şiddetle sıktılar ve kapıdan çıktılar.

      Dışarısı hafifçe ağarıyor, esmerleşiyordu. Köpekler havlamaya başladılar. Kesif gölge hâlinde duran uzak binaların arasında gidiyorlar ve bir şarkı söylüyorlardı. Ah şimdi Boris gelecekti. Genç kadın açılmaya başlayan geceye bakıyor, köydeki bütün horozların birbirlerine cevap verir gibi öttüklerini duyuyordu. Kalbi şiddetle atıyor, Boris’ini bekliyordu. Uzaklaşan haydutlardan biri haykırdı. Bu, meşum ve mevhum bir kâbus tehdidi gibiydi:

      “Hey Magda dikkat et, bomban patlayacak!”

      Genç kadın kulak kabarttı. Bu tehdit, sanki meçhul ve vahşi uçurumlardan, adem boşluklarından aksediyormuş gibi tekerrür etti:

      “Hey Magda dikkat et, bomban patlayacak!”

      Horozların umumi ötüşleri rüzgârı söndürmüş zannolunacaktı. Uzakta, samanlıkların üstünde yalancı bir fecir, mor gözlerini açıyordu. Genç kadın şuursuz bir tefekkürle düşündü. Bu haydutlar her şeyi, akla gelmeyen vahşetleri yapabilirlerdi. İhtimal bu bombayı, ateş alması için, saniyeli tıpasını tanzim etmiş, öyle bırakmışlardı. Şimdi birden patlayacak ve zavallı Boris’çiği gelince, yıkılmış bir evle tanınmaz, kanlı et ve kemik parçalarından başka bir şey bulamayacaktı. Mihaniki bir istical ile bu felaket oyuncağını kaldırmaya koştu. Ta masanın orta yerinde duruyordu. Elini uzattı. Kaldırdı. Öbür eliyle altından tutmuştu. Ilık bir ıslaklık hissetti. Eline baktı. Kanlanmıştı. Kan?.. Sonra bu tehlikeli ve tahmin ettiği kadar ağır olmayan bombayı önüne koydu. Kadranını, fitilini görmek istiyordu. Yavaşça siyah bezi çözdü. İkinci bir bez daha vardı. Bu bez kandan kıpkırmızı idi. O bezi de çözdü. Kumral saçlar meydana çıktı. Baktı, baktı, dikkatle baktı…

      Ve birden öyle müthiş, öyle keskin, öyle feci, öyle korkunç bir nara attı ki ocağın başındaki Baba İstoyan sıçradı ve gelinine koştu. Zavallının gözleri çerçevesinden çıkmış, karışık saçları dimdik olmuş, omuzları gerilmiş, iki eliyle tuttuğu bu şeye haşyet ve dehşetle bakıyordu. Dikkat etti… O tuttuğu şey, oğlunun, güzel ve kumral Boris’in vücudundan koparılmış kesik ve kanlı kafası idi…

      TENEZZÜH

      Juli Hala çayını bitirdikten sonra penceresinin yanındaki koltuğa yaslanarak dışarıda yağan karların raks-ı hafif ve namütenahisine daldı. Bu yeni başlayan kış gününde, onu büsbütün taciz eden, sanki daha ziyade yeise sevk eden bir can sıkıntısı vardı. Böyle fırtınalı, karlı günlerde hem-sinni olanlar odalarından çıkamazlardı fakat hiç olmazsa onların eğlenceleri vardı. Hâlbuki şimdi o, çay içerek pineklemekten artık öylesine bıkmıştı ki… Ah yaz olaydı, hayat-nisar güneşin altında kalın bastonuna dayanarak gezmeye çıkar, mesut aileler arasında yine evine avdet ederdi. Bazen bir iki eski refikasıyla tenezzühe çıkar, ne hoş zamanlar geçirir idi.

      Pencerenin altında, avluda bir gürültü oldu. Juli Hala sıkıntısından silkinerek başını pencerenin camına yaklaştırdı, hafidleri mektebe gidiyorlardı. Al yanaklı, kuvvetli yavrucaklar… Birbirlerine kar topları atarak, itişerek, yuvarlanarak karların beyaz kesafetlerinde kayboluyorlardı. Juli Hala tahattur ediyordu ki kendisi de böyle çocukken karları ne kadar çok severdi.

      Şimdi kendisini odasında oturmaya mecbur eden şu karları o vakit ne kadar çok severdi. Bu karlar… Bu her şeye karşı, pür-şevk ü sürur raks eden karlar, safiyet ve samimiyetleriyle ne kadar muazzezdiler. Nihayet bir sevk-i gayriihtiyari ile kalktı, şimdi onun köhnemiş kalbinde bir iştiyak uyanmıştı:

      Şu karların içinde bir genç kız gibi gezmek, eğlenmek…

      En kalın elbiselerini giydi, başını sardı. Odasından çıktı. Ev halkını hayretlerde bırakarak ve onların istifhamkâr sözlerine:

      “Ne zannettiniz, çıkıyorum işte…” gibi gülerek kapıdan çıktı. Yanaklarını bârid, karlı bir rüzgâr tırmalayarak istikbal etti. O hiç aldırmayarak yürüdü.

      Biraz sonra döndü, evine baktı. Karanlık, siyah, uyuyan şu evden çıktığına o kadar memnun, o kadar şad uzaklaştı. Oh… Ne kadar güzel, beyaz, her taraf beyazdı. Ara sıra hayalî bir maça kâğıdının siyah noktaları gibi beyazlıklar içinde sekizer onar karga kümeleri geçiyordu. Şimdi bütün mâcerâ-yı hayatını gözlerinin önüne getirerek yoluna devam ediyordu. Şuralarda kaç defa böyle karlar yağarken gezmeye gitmiş idi. Küçükken buralarda attığı perendeler, kartopları pîş-i hayalinde râşelerle gülerek, onun artık uyuyan kanlarını bîdâr ediyordu. Etrafına baktı, kimseler yoktu. Yere eğildi. Bir top yaparak havaya attı. Bunda tuhaf bir zevk bularak yoruluncaya kadar attı. Artık terlemişti. Terlerini silerken yanından bir gölge geçti ve onu tanıyarak:

      “Vay, Juli Hala!” dedi, “Buralarda ne yapıyorsunuz?”

      Bu, kasabanın belediye doktoruydu. Juli Hala cevap verdi:

      “Biraz tenezzüh yavrum.”

      “Böyle bir günde… Pek tehlikeli muhterem hala, pek tehlikeli…”

      “Bilakis oğlum bana pek tatlı geliyor.”

      Genç doktor gülerek ve uzaklaşarak:

      “Çabuk odana kaç hala!” diyordu, “Bu hava tehlikeli…”

      Bu havanın, bu raksan, beyaz havanın nesi vardı? Juli Hala sinniyle bu mevsimin arasında artık hâr bir rabıta-i hülya duymuştu. Kendisini bahar-ı hayatında gezdirerek dolaştı. İşte şurada, sokağın içinde bir hatıra-ı zi-hayatı vardı; eski âşığı… Kimse görmeden, kimse bilmeden ne hoş muaşaka ettiği şu bahçeli evin içinde ne kadar mesut dakikalar geçirmişti. O anda eski âşığını görmek istedi. Kapıyı vurdu, âşığının hafiti açtı.

      O sordu:

      “Pederiniz evdedir değil mi?..”

      “Evet lakin pek hasta.”

      “Hasta mı?..”

      “Evet, görebilirsiniz.”

      Her yerinde, eski ruhunun bir saye-i yâdını gördüğü avludan, merdivenlerden geçti. Artık kumaşları, halıları solmuş olan odada garip bir hastalık kokusu uçuyordu. Âşığının kızları, torunları, yatağının başında ağlıyorlardı. O ilerledi, eğildi:

      “Mösyö Lui… Beni tanıyamadınız mı?”

      Hasta tanıyamamıştı. İhtizara yakın dakikaların sekerat-ı sükûnu onu sayıklatıyordu.

      Juli Hala oradan çıktıktan sonra yine karların içinden