yanmayacak olan sol kaşımın ucunda tatlı bir ürperme duyuyor; sonra annemin münevver bir zambak aydınlığıyla parlayan dudaklarının kımıldanmasına bakarak, o görülemeyen melaike kanatlarının saçlarıma, annemin şimdi Kur’an tutan ince parmaklarıyla okşadığı sarı ve gür saçlarıma dokunduklarını hisseder gibi oluyor ve dalıyordum…
Ah on beş sene evvelki sabavet ve şimdiki ben… Tatsız, neşvesiz, muhabbetsiz, aşksız ve heyecansız, her şeysiz, boş, bir hiçten daha boş geçen hayat-ı serma-yı taab-âlud… Şimdi mülevves emellerle, hırslarla, hakikatte kıymetsiz olan baidü’l-vusûl arzularla, hasılı bütün bunların bir icmal-i mebhutu olan o sebepsiz ve tahammülsüz bikararlıklarla mecruh olan ruhum, mecruh olan kalbim ve maneviyatım… Şimdi daha bu gece görülmüş gibi, on beş saniye evvel görülmüş ruhani bir rüya-yı kıymettar gibi saadetleri unutulamayan ve zaten velveleli ve hüsran-hîz bir rüya olan bu ömr-i fâni içinde yalnız kâbus olmayan sabavet ve hatıratı… Şimdi düşünüyorum ki hayatta bu muztar ve şefkatsiz mazilerin güzariş-i ademinden mütehassıl ne garip bir hiçlik, ne zevalperver ve pürhayal bir beyhudelik, ne müphem, ne esrarâlud bir sürat var!..
SAHİR’E KARŞI
Bir defter-i metruktan kopya edilmiştir.
Bazen muvaffak olamamış bir sanatkârın hicran ve ızdırabıyla mantıksız ve serseri bir tuğyan-ı hevesat içinde geçen mazimi düşünürüm. Bu natamam ve rabıtasız bir romandır, bir uçurumdur ki amak-ı meçhulü yekdiğeriyle asla münasebeti olmayan birçok zıtların gülünç ve acı hatıratıyla doludur. Orada sanayi-i nefiseye ait matemler, pervanelerin ölümü için mersiyeler, kırmızı balıkların mana-yı enzarı, sevilmeyen bir kadının öksürükleri için şiirler, gecelerin kahkahalarını, gölgelerin musafahalarını hâki neşideler vardır. Sonra bu uçurumun başında serseri bir aktör vardır ki -işte o benim- sahne-i hayatta ne varsa birer defa yapmış; avcılıkların envasını, kuşbazlıktan başlayarak domuz, geyik avlarına kadar eğlencelerin hepsini; en sefillerinden tutunuz da tiyatro, rakı âlemlerine kadar merakların umumunu; fotoğrafçılıktan tutunuz da ressamlığa, oymacılığa, heykeltıraşlığa kadar; velospitten tutunuz da ata, sandala, jimnastiğe hatta pehlivanlığa kadar hepsini yapmış ve bu tenevvü-i meşagilden mütevellit teşevvüş-i efkâr ondan “sebat ve ciddiyet” gibi şeylerin hepsini nezederek yerine anlaşılmaz bir hercailik, sebepsiz bir bikararlık bırakmıştır. O birkaç lisana çalışmış, riyaziyeden başlayarak edebiyata, tıbba, ilm-i kelama, hikmete, kimyaya, felsefeye, fizyolojiye hatta hukuka kadar ne kadar ulum ve finun-ı müstakile ve gayri müstakile varsa hepsine birer defa girmiş en aşağı hepsinde hayatının altı yedi haftasını geçirmiş ve bu serseri yolculuktan, bu bî-ârâm seyahatten bütün tahassüsatına hâkim bir hakikati: “Her şeyi öğrenmek isteyen hiçbir şey öğrenemez.” hakikatini istimzaç etmiştir ki dünyada onun kadar bu hakikati his ve tasdik etmiş adam olmadığını iddia eder. Sonra bu aktörün aşkları… En sefil ve adi aşklarla en saf, en beyaz aşklar… Mesire dönüşlerinde ayrılık çeşmesinden geçerken “unutmabeni” çiçeği takdim eden uzun boylu, ince, ateşin kadınlarla evvela çocuklarına ibzal-i muhabbet olunan meçhulü’t-tahassüs dullar. Aşkın daha ne demek olduğunu bilmeyen, sevk-i tabii ile müteheyyiç olan kızlar.
İşte bu karışık gölgeler, bu zılal-ı hatırat-ı aşk arasında yalnız bir tanesini kendimle, asla takarrür edemeyen ruh-ı şahsiyetimle münasebettar farz ederim çünkü bu beni en ziyade mütehassis eden bir tesadüfün hatırasıyla münasebettardır. Diğerleri… Öbür aşklar… Onların hepsi yalancı bir roldü. Hissetmek için değil, bilmem ne için yapılmış, yalnız meşgul olmak için yapılmış şeylerdi. Kendimi âşık gösterdiğim bir kadının elini tutarken sevmekten en uzak şeyleri düşünür, o zavallının gözlerine gözlerimi diker ve kırpmazdım. Bazen sorardı:
“Daldınız. Neden?”
“Biliniz bakayım, oh, bunu hissedemezsiniz.”
Ve hakikaten hissedemezdi; en sürekli arzularımın, en ebedîleri altı haftalık mahdut bir ebediyet-i muhayyile içinde uful ettiklerini bildiğim için benden sonra bu eli tutacak âşığı, onun gözlerinin rengini, onun tavrını, onun sedasının ahengini tahayyül ederdim. Süratle terk ve tecdit edilen bu aşklar küçük hikâyelerle defterlerimi doldurur; bu, kimseye ait olmayan şeyleri dostlarıma okur, yalnız elfazı için, ahengi için, harici güzelliği için takdir ve temeddühat dinlerdim.
Fakat, işte bir çehre… O, akrabalarımdan, küçük, ince, narin bir kız ki yakın bir mazide, daha iki sene evvel bana “Ağabey!” diye hitap ederdi. Her yazı yazan gibi ben de yazdıklarımı birisine okumak ve dinletmek ihtiyacına mağlubum. Boş ve arkadaşsız geçen uzun kış gecelerinin vüsat-i tenhaîsinde yazdığım manzumeleri ona okumak âdetimdi. Yazım bitince haykırırdım:
“Belkıs!”
O, tehalükle koşardı. Sonra narin kolunu benim masama dayayarak dinlerdi; daima, bilâ-istisna daima takdir ederdi. Kendisinin mütalaa merakı benim ne kadar kitaplarım varsa onu okumaya mecbur etmişti. Bazen refikalarına, dışarıda olan pederine, zabit olan biraderine yazdığı mektupları bana okur, benden bir kelime-i tahsin beklerdi. Sonraları şiire heves etti, o kadar zeki idi ki aruzu bir derste ona ihsas ettim. Nazm-ı eş’ara beraber devam ediyorduk: “Feulün fe’ûlün…” Bunu ne kadar sever ve “damlalar vezni” derdi. Bahr-i hafife “aheng-i elem”, bahr-i hezece “nağme-i sükûn”, bahr-i muzariye “vezn-i teessür”, o köhne bahr-i remel için “bostan dolabının gıcırtısı” der; hasılı hepsine, bütün evzana birer isim verirdi. Bu küçük şaire için fikrimden bir gün ansızın bir şey geçti; bu, benim zevcem olamaz mıydı? Belki bıkarım, bu arzudan vazgeçerim korkusuyla uzun uzadıya muhakemeye cesaret edemeyerek buna karar verdim. Hemen daha o gece onunla istikbal-i izdivacımızın saadetlerini terennüm eden tiyatromsu bir manzume, bir “rüya-yı hakiki” yazdım, ertesi gün ona, manidar nazarlarımla müterafık küçük ve hususi tafsilat ile okudum. Anladı, anlamamış göründü. Filhakika, ruhumda bu arzu bir muhabbet vüsatiyle gittikçe büyüyordu. Maneviyatımdan uzak, maddi saatlerimde bu yeni ve saf aşkımı tahlil ederdim: “İşte, ben!” derdim… “Bir hayalperver… O, benim şiirlerimi seven ve tahsin eden küçük bir müdahin ki bende gayet tabii bir his, bir hiss-i şükran ve minnetdarî uyandırıyor. Ben, bu hissi gayriihtiyari aşk zannediyor ve aldanıyorum.”
Bir gece yine ona bir şiir okuyordum: “Gözlerinin Vaatleri.” Bitirdikten sonra gözlerimi o davetkâr gözlere dikerek her vakitki takdir ve medihlere “Oh, bu, o kadar güzel olmuş ki…” mukaddimesiyle mebzulen dökülen yeminlere meydan vermeden:
“Lakin, Belkıs!” dedim, “Anlamıyor musun, bu senin için.”
Kulağının dibinde bir top patlamış gibi şaşırmış ve gözlerini açmıştı. Onun bu hayret-i müfritesi karşısında mahcup olarak gayriihtiyari gözlerimi indirdim. Onu sevmem o kadar gayri müterakkıp; o kadar gayritabii mi idi?
“Latife söylüyorum!” diye tamir etmek istedim, “Latife Belkıs!.. Nasıl, güzel olmuş mu?”
İlk defa olarak itiraz etti:
“Hayır azizim, bütün gözler için yazılan şeylerdeki bir şey, bir hayidelik bunda da hissolunuyor. Bir hayidelik ki ben ondan bir küf kokusu duyar gibi oluyorum.”
“!?”
Ve devam etti:
“Vakıa siz, ‘Mademki bir mevzu içindir, aynı mevzu üzerine yazılan şeylerle arasında mutlaka münasebet bulunur.’ diyeceksiniz fakat öyle değil.”
“Müekkilat-ı esatire itila-mahmum
Handelerden selam-ı durâdur
Gönderen gözlerinde en mahmur
Seherlerin o