kocasının kucağından kalktı. Sevincinden çırpındı. Tekrar kocasının dizlerine oturarak onu öpmeye başladı:
“Yarın, yarın!.. Demek bu son kederli gecemiz…”
Boris zevcesinin sevincinden memnun ve mahzuz, onu okşayarak, buseler içinde devam etti:
“Evet Magda’cığım. Yarın Amerika’ya gideceğiz, orada çalışacağız. Küçük, rahat, asude bir evimiz olacak. Ne komite, ne eşkıya, ne vahşet, ne cinayet! Yalnız çalışacağız. Gider gitmez çocuğumuz orada doğacak. Zavallı babam geçirdiği yetmiş senelik azabın mükâfatını orada görecek. Kalbi rahat, yatağında ölecek. Geceleri hücum ve boğazlanma korkusundan uzak, tatlı tatlı konuşacağız. Aşkı, hayatı, güzelliği, iyiliği, fazileti hissedeceğiz…” Magda titriyordu:
“Oh ne saadet!”
Boris yine buseler içinde devam etti:
“Göreceksin ki o zaman, insanlık ne tatlıymış! Güzel ve asayişli şehirler… Tiyatrolar! Geniş ve aydınlık sokaklar, cennet gibi köyler! Birbirine ihtiram etmesini bilen adamlar… Hiçbir sefalete müsaade etmeyen büyük şefkat müesseseleri… Hastaneler, sanatoryumlar… Mektepler, darülfünunlar… Hasılı cennet! Mümkün değil bunları tahayyül edemezsin.”
Magda daha ziyade titreyerek dirsekleriyle şişmiş karnını, bacaklarıyla kocasının bacaklarını sıkarak:
“Oh, tahayyül ediyorum!” dedi. Boris devam etti:
“O vakit, bazı geceler; minimini evimizde, doğacak çocuğumuz yanımızda oynarken, say ve namusumuzdan emin, ansızın Makedonya’yı, bu yamyamlar memleketini hatırlayacağız. Gözümüzün önüne; pis ve dar sokaklar, sefil ve üryan adamlar; kanlarla lekelenmiş nihayetsiz karlar; kara, müstekreh ve keskin baltalar, sonra siyah, müthiş Balkanlar, Perim gelecek!.. Tüylerimiz ürperecek, sen yine böyle benim kucağıma kaçacaksın. Bu pis ve müthiş Makedonya’nın kâbuslarını buselerimle senin gözlerinden sileceğim…”
Magda memnuniyet ve saadetten tatlı bir baygınlık hissediyordu. Kocasının bacaklarını sıkan dolgun bacakları gevşedi. Kolları yanına düştü. Gözleri uzak hayallere bakıyordu. Boris yine onu kucağında sıktı. Dudaklarından öpmeye başladı:
“Görüyorsun ki burada her dakikamız elem, matem, ızdırap içinde geçiyor. Bir dakika kalbimiz rahat değil. Ufak bir gürültü bizi korkutuyor. Mesela işte seni o kadar severken, sana o kadar perestiş ederken dehşetle memlu dimağımda aşkım için müsterih bir yer kalmıyor. Dudaklarının lezzetini tamamıyla duymuyorum. Hayalimde o kadar çirkin ve kanlı levhalar var ki… Hasılı burada, daima meçhul bir tehlike karşısında tedehhüş etmiş biçare, idraksiz, şuursuz ve vahşi hayvanlar gibiyiz.”
Ocağın odunları yıkılmış ve alevler sönmüştü. Yalnız ocağın üstündeki küçük lamba sarı bir ziya neşrediyordu. Boris’le Magda yine birbirlerine bütün kuvvetleriyle sarıldılar. Öpüştüler.
Boris: “Artık aşkı duyacağım.” diyordu, “Hatta şimdiden duyuyorum. Kendimi Amerika’da farz ediyor, seninle yalnız, emin ve mutmain, odamızdayız addediyorum.”
Magda’nın dudaklarındaki buseler söndü. Birden:
“Oh, ben korkuyorum!” dedi. Boris hayretle sordu:
“Neden?”
“Bilmem. Fakat o kadar korkuyorum ki…”
Genç kadın asabi bir teheyyüce uğramıştı. Hakikaten korkudan titriyor ve ağlıyordu. Boris bu meçhul ve nagehani kederi teselli etmek istedi:
“Korkma, haydi kalk!” dedi, “Yatalım, müstakbelin pek yakın saadetini şimdiden yaşayalım. Bu pis odayı, bu pis ocağı, bu zulmet ve dehşet yuvasını görme, gözlerini kapa. Amerika’yı tahayyül et. Haydi kalk, korkma, gözlerini sil!”
“Korkuyorum Boris, korkuyorum…”
“Neden sevgilim? Sakin ol. Saadetimiz seni müteessir ediyor, haydi yatalım. Benim yanımda, kucağımda… Korkacak bir şey yok.”
İkisi de kalktılar. Boris kolunu Magda’nın boynuna attı. Magda asabi bir iştiyak ile kocasının beline sarıldı. Yürüyorlardı. Karşı karşıya duran iki kapıdan birisine girecekler ve yatacaklardı. Magda tekrar durdu:
“Korkuyorum Boris, bak köpekler havlıyor…”
Boris cevap verdi:
“Her vakit havlarlar.”
“Hayır, koşarak havlıyorlar, birisi geliyor!”
Boris mütereddit ve müteaccip, durdu. Dudaklarını büktü:
“Kim gelecek, gece yarısı çoktan geçti.” dedi. Rüzgâra karışan köpek havlamaları daha ziyade şiddetleniyor ve daha ziyade yaklaşıyordu. İkisi de ayakta dimdik kaldılar. Boris’in kolu Magda’nın omzundan düştü. Magda elini Boris’in belinden çekti. Köpekler koşuyorlar ve bir yabancıya saldırarak havlıyorlardı.
Boris: “Kimdir, pencereden bakalım.” dedi. Pencereye doğru yürüdü. Magda koştu, içerisi görünmesin diye lambayı söndürdü. Odaya kesif ve zenci bir karanlık doldu. Ocağın içindeki ateşler bir zebaninin dili ve kanlı dişleri gibi parlamaya başladı. Açılan pencereden şiddetli bir rüzgâr giriyor, bu ateş dişleri tutuşturuyor, bu siyah ağza görünmez tehditler söyletiyordu. Boris bağırdı:
“Kimdir o?..”
Uzak ve ince bir ses cevap verdi:
“Ben!”
Tekrar sordu:
“Sen kimsin?”
“Ben, Melina…”
Bu, komşunun kızıydı. Acaba şimdi niçin gelmişti? Ne arıyordu? Boris yüzünü içeri çevirdi. Magda’yı aradı. Göremiyordu Yalnız ocağın içindeki ateşler gözüne çarptı. O kadar karanlıktı ki…
Tekrar dışarıya, karanlıklara baktı:
“Ne istiyorsun?”
“Baba İstoyan’ı…”
Kız bu esnada yaklaşmış ve pencerenin dibine gelmişti. Boris Magda’ya:
“Lambayı yak!” dedi. Oda aydınlandıktan sonra birbirlerinin yüzlerine baktılar Boris sordu:
“Acaba babamı ne yapacak?”
“Bilmem, şimdi anlarız.”
Ve Magda birden kapıya yürüdü. Açtı. Karanlık rüzgârla beraber genç bir kız içeri girdi. Üşümüş ve yanakları kıpkırmızı olmuştu. Ellerini futasının altına sokmuştu. Göğsü içeri çekik, bacakları içeri dönük ve biraz kamburdu. Magda bir sene ders okuttuğu bu budala kızı isticvaba başladı:
“Baba İstoyan’ı ne yapacaksın?” Melina bir cevap vermedi. Evvela:
“Dobra viçer!”3 dedi. Sonra alık alık etrafına bakındı:
“Ben bir şey yapmayacağım!”
“Ee öyleyse ne arıyorsun?”
“Ben aramıyorum.”
“Kim arıyor?”
“Komitalar…”
Magda birden sapsarı kesildi. Düşmemek için duvara dayandı. Elini kalbinin üstüne koydu:
“Komitalar mı?”
Melina, gitmek isteyerek:
“Bilmem, işte silahlı adamlar…” dedi. Magda duyulmaz ve ümitsiz bir sesle yine sordu:
“Bizim köyden mi?”
Budala kız izah etti:
“Hayır,