Mehmet Akif Ersoy

Safahat


Скачать книгу

ne diyor sizde bakın:

      «Medeniyyette teâlîsi umûmen Şark'ın,

      Yalınız bir yolu tâkîb ederek kâbildir;

      Başka yollarda selâmet gözeten gâfildir.

      Bakarak hangi zeminden yürümüş Avrupalı,

      Aynı izden sağa yahut sola hiç sapmamalı.

      Garb'ın efkârını mâl etmeli Şark'ın beyni;

      Duygular çıkmalı hep aynı kalıptan; yâni:

      İçtimaî, edebî, hâsılı her mes'elede,

      Garb'ı taklîd edemezsek, ne desek beyhûde.

      Bir de din kaydını kaldırmalı, zîrâ, o belâ,

      Bütün esbâb-ı terakkîmize engel hâlâ!»

      Gelelim şimdi, ne merkezde avâmın hissi…

      Şüphe yoktur ki tamâmıyle bu fikrin aksi:

      Görenek neyse, onun hükmüne münkâd olarak,

      Garb'ın efkârını, âsârını düşman tanımak;

      Yenilik nâmına vahy inse kabûl eylememek.

      Şöyle dursun o teceddüd ki, dışardan gelecek,

      Kendi milliyyetinin kendi muhîtinde doğan,

      Yerli, hem haklı teceddütlere hattâ udvan!512

      Müşterek hissi budur işte avâmın sizde.

      Mütefekkirleriniz tuttuğu yanlış izde,

      Öyle saplandı ki aldırmadı bir başkasına.

      Hiç o gitsin de dönüp bakmayarak arkasına,

      Nâsın efkârı -ki efkâr-ı umûmiyye odur-

      Gitmesin kendi yolundan… Bu nasıl kâbil olur?

      Açılıp gitgide artık iki hizbin arası,

      Pek tabîî olarak geldi nizâın sırası.

      Yıldırımlar gibi indikçe «beyin»den şiddet,

      Bir yanardağ gibi fışkırdı «yürek»ten nefret.

      Öyle müthiş ki husûmet; mütefekkir tabaka,

      Her ne söylerse fenâ gelmede artık halka;

      Hem onun zıddını yapmak ebedî mu’tâdı.

      Bir felâket bu gidiş … Lâkin işin berbâdı:

      Mütefekkir geçinenlerdeki taşkınlıktan,

      Geldi efkâr-ı umûmiyyeye mühlik bir zan:

      «Bu fesâdın başı hep fen okumaktır» dediler;

      Onu mahvetmeye kalkıştılar artık bu sefer.

      Niye ilmin adı yok koskoca millette bugün?

      Çünkü, efkâr-ı umûmiyye aleyhinde bütün;

      Çünkü yerleşmek için gezdiği yerlerde fünûn,513

      Önce gâyetle büyük hürmet arar, sonra sükûn,

      Asr-ı hâzırda geçen fenlere sâhip denecek,

      Bir adam var mı yetişmiş içinizden, bir tek?

      Mütefennin tanılan üç kişinin kıymeti de,

      Münhasır anlamadan, dinlemeden taklîde.

      Kim mesâîsini bir gâyeye vardırdı, hani?

      Gösterin pâye-i tahkîke teâlî eden?514

      Nazariyyâta boğulmakla geçen ömre yazık;

      Amelî kıymetidir kıymeti ilmin artık.

      Bu hakîkatleri lâkin kim okur, kim dinler?

      Sivrilen züppelerin hepsi beş on söz beller,

      Düşünür «Dîni nasıl yıkmalı bunlarla?» diye.

      Böyle bir maksat için çok bile i'dâdiyye!

      Üdebânız hele gâyetle bayağ mahlûkât…

      Halkı irşâdedecek öyle mi bunlar? Heyhât!

      Kimi, Garb'ın yalınız fuhşuna hasbî simsar;

      Kimi, İran malı der, köhne alır, hurda satar!

      Eski dîvanlarınız dopdolu oğlanla şarab;

      Biradan, fâhişeden başka nedir şi'r-i şebab?

      Serserî: Hiçbirinin mesleği yok, meşrebi yok;

      Feylesof hepsi, fakat pek çoğunun mektebi yok!

      Şimdi Allâh’a söver… Sonra biraz bol para ver:

      Hiç utanmaz, Protestanlara zangoçluk eder!

      O benim en ebedî hasmım olan Rusya bile,

      Hakkı teslîm edelim! Hiç de değildir böyle.

      Mütefenninleri tâ keşfe kadar tırmanıyor;

      Edebiyyâtı anıldıkça zemin çalkanıyor.

      Kudretim yetse eğer, on yedisinden yukarı,

      Üdebâ nâmına kim varsa, huduttan dışarı

      Atarım taktırarak boynuna bah-nâmesini;

      Okuyan yaftayı elbette çıkarmaz sesini.

      Sonra bir tarz-ı telâfî bulurum: -gerçi garip-

      Konturat akdederek Rusya'dan on, on beş edip

      Getirir, yazdırırım millet için birçok eser!

      Gâlibâ bahsi değiştirdi bu müz'ic sözler…

      Nerde kaldıktı? Evet, ortada bir pis uçurum

      Var ki, günden güne dehşetleniyor, korkuyorum,

      -Kapatılmazsa, gelip bir yere şâyet efkâr-

      Olmasın millet-i merhûmeye bir kanlı mezâr.

      Hem o hüsrân-ı müebbetteki mes'ûliyyet,

      Mütefekkirlere râci' kalacaktır elbet.

      Başı boş kaldı mı, zîrâ şaşırıp ber-mûtât,

      Bulamaz kendiliğinden yolu aslâ efrât.

      Yalınız gösterilen yol tutacak yolsa gider;

      Hissidir çünkü onun azmine dâim rehber.

      Mütefekkirlerimiz anlamıyorlar sanırım,

      Ki çemenzâr-ı terakkîde atılmış her adım,

      Değişir büsbütün, akvâma, cemââte göre;

      Başka bir kavmin izinden yürümek, çok kerre,

      Âdetâ mühlik olur; sonra ne var, her millet,

      Gözetir seyr-i tekâmülde birer ayrı cihet.

      Bir de hâtırlamıyorlar ki, umûmen beşerin,

      Dâimâ koştuğu son maksada yükselmek için;

      Tutacak silsile akvâma değildir hep bir;

      Belki her millet için ancak, o «mâhiyyet»tir,

      Ki kopar kendisinin rûh-i umûmîsinden.

      Şimdi, bir kavmin içinden mütefekkir geçinen

      Zümre evvelce bu «mâhiyyet»i takdîr ederek,

      Sonra kaç safhası mevcûd ise tenvîr ederek,

      Çekecek oldu mu önden o İlâhî feneri;

      Arkasından da cemâat yürür artık ileri.

      Rûhudur çünkü karanlıkta elinden yedecek,

      Yolcu