Омер Сейфеддин

İlk Düşen Ak


Скачать книгу

/title>

      “Güneşin altında yeni ne vardır?” Hiç! Bu sabah aynamın karşısında yine bu eski hükmü hatırladım. Geceden pek yorgundum. Geç yatmıştım, geç uyandım. Banyomu yaptım. Giyindim. Saçlarımı tararken şakağımın ta ucunda ansızın bir ak gördüm. Bir ak… Bu sanki gayet mühim bir faciaymış gibi beni saatlerce düşündürecekti. İlk defa görülen bir akın kederinden daha adi ne olabilir? Ben bu kederi belki yüz romanda okudum. Hayatın sonbaharında, kışın gelmek üzere bulunduğunu ihtar eden soğuk bir kırağı… Ölümü unutmuş kayıtsız bir genç birden: “Ah!” der. Yaşadığı neşe uykusundan uyanır. Hele bu zavallı bir kadın yahut bir kız olursa… Fakat işte ben bu elemi duymadım. Duymamak istedim. Ama yalnız düşündüm. Çünkü kendimi bildim bileli “taklit”ten nefret ederim. Küçükken Kanlıca’da viran bir köşkte otururduk. Komşumuzun gayet tuhaf bir maymunu vardı. Sabahtan akşama kadar onunla oynardım. Adı “ Yakut”tu. Kuyruğunun altı tüysüzdü. Hem masmaviydi. Ben ne yaparsam tekrarlardı; temenna, baş kaşımak, el çırpmak, bıyık bükmek, yumruk sıkmak… Daha bin türlü münasebetsiz şeyler de… Hatta bakışımı bile taklit ederdi. Gözlerimi açtım mı o da açar, süzdüm mü süzer, kapadım mı kapardı. Şimdi ne vakit kendimden başka birisini taklide kalksam bu maskara hayvan aklıma gelir, içimden “Maymunlaşmayalım!” derim.

      Fırçayı bırakan ellerim bu akı kopardı. Bakmaya başladım. Sebepsiz bir hüzünle “hayat boşluğu, ümidin nihayetsizliği, neticenin hiçliği” hayalime rutubetli bir sis gibi çöktü. Dudaklarıma Rozmond’un mısraları geldi. Aynada kendimi Mopasan’ın hikâyesindeki kahramana benzettim.

      “Hayır, hayır…” diye başımı salladım. Edebiyat oynamayalım! İşte bir tel ak saç! Pek tabii değil mi? Otuz yaşındayım…

      Evet otuz yaşındayım. Pencereden giren sabah güneşi aynaya vuruyor, gözlerimi kamaştırıyordu. Başımı çevirdim. Yürüdüm. Geniş pencerenin kenarına dayandım. Aşağıları; Kandilli, Kabataş evlerinin damları, gümüş deniz, Üsküdar, Kuzguncuk, Çamlıca şen bir aydınlık içinde parlıyordu. Bu levhanın sağ nihayetinde Karacaahmet selvilikleri bile yeşil görünüyordu. Yavaş yavaş hayalimdeki sis dağıldı. Otuz yaşından sonra saça düşen ak kederlenmeye değer miydi? Hem bu keder hemen herkes tarafından duyulan klasik bir şeydi. Edebiyatta binlerce numunesi vardır. Başkalarının evvelden duyduğunu şimdi yeniden duymaya kalkmak hoşuma gitmedi. Fikrimin cereyanını değiştirmek için kendi kendime sordum:

      “Acaba daha otuz sene yaşayacak mıyım?”

      “Belki…”

      …

      “Belki de hayır.”

      …

      Geçen otuz senenin otuz saniyeden hiç farkı var mıydı? Doğduğum köydeki çocukluğum, İstanbul’a gelişimiz, mektep, Avrupa… Hep gözümün önüne geldi. Beş sene evvel ölen zavallı anneciğim:

      “Hele otuz yaşına gir… Ondan sonra ömür o kadar çabuk geçer ki insan can sıkıntısı duymaya vakit bulamaz!” derdi.

      Vakıa şimdiye kadar canım az sıkılmadı değil. Talihim bana hep canımı sıkacak muvaffakiyetler nasip etti. Mesela mektepte en çok edebiyata çalışırken riyaziyattan birinci çıkıyordum. Sanayii Nefise mektebine, edebiyat fakültesine girmek; hür, mesut, başıboş bir sanatkâr olmak isterken –İşte gayriihtiyari gülüyorum– mühendishaneye tıkıldım. Mühendis oldum; hem de birinci çıkarak. Beni içine alan ilim “ezeli bir tekrar”dan başka bir şey değildi. Dünya değişse “mütearife”ler değişmezdi. Ayrı şekillerin yalnız işaret harfleri değiştirilebilirdi. Ama ben mektepte yine edebiyatı bırakmadım. Her sene hacmime müsavi romanlar okudum. İki benliğim vardı: Biri sanatkâr, şair; öteki mihanik, hissiz bir adam! Bu mihanik adam çok kuvvetliydi. Hiç ehemmiyet vermediği, hiç çalışmadığı derslerden birinci geldiği için hükûmet tarafından –tahsilini ikmal etmek üzere– Avrupa’ya gönderildi. Avrupa’da “şair” yaşadı. “Mihanik adam”, kitapların üstünden kalkıp hatta bir kubbe, bir monüman, bir kemer, bir tak göremedi. İstanbul’a gelince getirdiğim diplomaların parlaklığına şaşan hükûmet beni ilk hamlede kırk lira maaşlı bir memuriyete tayin etti. Dairemin kırtasî sükûtu içinde yine gizli gizli edebi eserler okurken “mühendis gibi” şöhretim büyüdü. Daha bir plan çizmediğim hâlde ismim geçerken gazeteler, “Meşhur mimar” diyorlar.

      Vazifem –işte yine gülüyorum– her gün öğleden iki saat evvel içinde kendimden başka kimse bulunmayan geniş odaya gidip oturmak; masamın üzerine yığılan kâğıtları okumadan imzalamak… Yeni memurken bu kâğıtları okurdum. Gördüm ki münderecatları tamamiyle bir. Sonra bu zahmetten de vazgeçtim. Sayim, gayretim nazırın teveccühünü celp etti. Hem bana çok para kazandırmak, hem de ilmimden istifade etmek için Mühendis Mektebinden de bir ders verdiler. Haftada üç saat, ayda yirmi lira…

      İçmem. Kumar oynamam. Eğlence sevmem. Kalabalıktan hazzetmem. En sevdiğim şey okumakla –ama edebi şeyler okumakla– düşünmektir. Altmış lira bana fazla geldi. Ceplerim doldu. Sevdiğim şaheserlerin lüks tabılarını getirttim. Ayaspaşa’nın en güzel apartmanındaki şu daireyi tuttum. Bakacak kimsem yok. İstanbul’da garibim. Ne uzak, ne yakın bir akrabam var.

      Bedbaht değilim. Mesut da değilim. Geçen sene müthiş surette canım sıkılmaya başlamıştı. Zayıflamıştım. “Nevrasteni oluyorum.” şüphesi beni doktora sürükledi.

      “Okumayınız, yakmayınız. Kendinizi ferah tutunuz, canınızı hiçbir şeye sıkmayınız. Erken yatınız. Geç kalkınız. Kırlarda, denizlerde geziniz, eğleniniz…”

      “Fakat Doktor, ben ancak canımın sıkıntısını geçirmek için okurum.” dedim.

      “Pekâlâ yazı da yazmayınız…”

      “Yalnız imza atarım.” diye güldüm.

      “Onun zararı yok!…”

      “Ama yine canım sıkılıyor. Kendimi ferah tutamıyorum.”

      “Niçin?”

      “Bilmem. Sebebini sizden soruyorum işte…”

      Şişman şen, şuh bir adamdı. Maroken kanepesinin koltuğuna vurdu.

      “Pekâlâ ben size söyleyeyim.” dedi.

      Beni uzun bir istintaka çekti.

      Evli miyim, bekâr mıyım? Kaç yaşındayım? Memuriyetim ne? Maaşım ne kadar? Filan… Sordu. Kısa cevaplar verdim. Bir kahkaha attı.

      “Senin hastalığını şimdi keşfettim.” dedi.

      …

      Yüzüme baktı. Bitmeyen gülüşünün içinde ilave etti:

      “Sen bir ‘Sineküriyen’sin!”

      “Sineküriyen mi?”

      “Evet…”

      Birden anlayamadım. Böyle bir hastalık hatırlamıyordum.

      Sordum:

      “Bu nasıl hastalık?”

      “Saadet hastalığı!”

      ?

      “Saadet… Yani işsizlik hastalığı!”

      Yine anlayamadım.

      “İşsizlik saadet midir?” diye güldüm.

      “Eski lisanlarda işsizlikle saadeti bir kelime ifade eder. Fakat bu saadet de çok olunca, değişmeyince her his gibi mahiyeti bozulur. Keder, elem olur…”

      …

      Bir idadi talebesine ders verir gibi hazla elemi bana anlattı. Süren hazzın elem olacağını, değişmeyen eleme de insanın pek çabuk alışacağını izah etti. Onca işsizlik, yani “çalışmak mecburiyetinden aza-delik” bir saadetti. Lakin bu saadetin üzerine bazen bir ara kara bulutlar gelmeliydi. Fasılasız bir saadet şüphesiz bir felaketti.

      “Eğer can sıkıntısından kurtulmak isterseniz bu rahat memuriyetinizden istifa ediniz.” dedi

      “Sonra… Ne yapayım? Zengin değilim.” diye güldüm.

      “İyi ya… Para kazanmak mecburiyeti bizi çalıştıracak. Boş duramayacaksınız.”

      “Sonra?…”

      “Şimdi ay nihayetinde masanızın üstüne cop bırakılan altmış lirayı, çalışırken kuruş kuruş muhtelif yerlerden toplayacaksınız. Sinirleriniz, beyniniz, aklınız, gözleriniz,