Омер Сейфеддин

İlk Düşen Ak


Скачать книгу

Efendi bu arsız hâlleri görmemek için gözlerini kapadı, o kadar sıkıldı ki… Azıcık daha “Allah’ım, kulaklara da niçin birer kapak yapmadın?” diyecekti. Sirkecide “Oh!” diye gözlerini açtı, şehrin ta göbeğinde, bacını verdiği köprüyü yavaş yavaş geçti. Üsküdar vapuruna bilet aldı. Güverteye çıktı. Hava hakikaten çok, pek çok güzeldi. Bacanın çıkardığı kapkara dumanlar içinden, temiz, beyaz martı sürüleri kirlenmeden geçiyor, koyu mavi denizin ortasında “Kız Kulesi” köpükten bir alev gibi parlıyordu.

      Cabi Efendi elli senedir, her gün İstanbul’da seyahat ettiği hâlde henüz buraya gitmediğini düşündü. Acaba içi nasıldı? Kim yaptırmıştı? İçinde şimdi ne vardı? Yapıldığı zaman İstanbul’da lodos esmez miydi? Daha böyle birçok sual faal zihnine hücum etti… “Bugün şuraya gideyim. Hakikati anlayayım…” dedi.

      Vapur iskeleye yanaşıncaya kadar seyahat planını kurdu. Karadan Harem İskelesi’ne gelecek, oradan sandalla Kız Kulesi’ne çıkacaktı.

      Ama dalgın dalgın, Ahmediye’den Karlık Bayırı’na giden sokağı geçerken gözüne tuhaf bir şey ilişti. Durdu. Kız Kulesi’ni falan hemen unuttu.

      Baktı, baktı, baktı:

      “Olur iş değil…” dedi.

      Biraz karan lık ça, temiz, geniş bir marangoz dükkânı. İçinde ferah ferah kırklık, pos kara bıyıklı, şişmanca bir adam… Elinde keser, çalışıyordu; fakat beyaz mermerden büyük, narin bir tezgâhın önünde! Cabi Efendi “Aldanmayayım.” diye gözlerini ovuşturdu. Dikkatle baktı. Hayır tezgâh mermerdendi! “Acaba beyaza boyanmış kalastan mı?” şüphesi tekrar zihnini bulandırdı. Baktı. Baktı. Hiç mermerden doğramacı, marangoz tezgâhı olur muydu? Olursa… Mutlaka bunun hususi bir sebebi vardı! Cabi Efendi mermerin kalastan çok pahalı olduğunu düşündü. Başını, sakalını kaşıdı. Hiç şüphe yok burası eskiden ya bozacı, ya muhallebici dükkânıydı. Sonradan gelen bu marangoz, mermer tezgâhı hazır bulmuş olacaktı. Güldü. “ Tembel herif ” dedi, “kim bilir ne kadar keser bozdu. Hiç mermer üzerinde çalışılır mı?” Birden nasihat damarlarının kabardığını duydu. Her şeyin bir usulü, bir kaidesi vardı. Usulleri, kaideleri bozanların zarar görecekleri muhakkaktı. Duramadı. Gayriihtiyari dükkânın açık kapısından girdi.

      “Ne var?” gibi kendisine bakan marangoza sordu:

      “Sen bu dükkânı yeni tuttun, değil mi?”

      “Hayır.”

      “Öyle ise bir bozacı?”

      “Hayır.”

      “Ya kim otururdu?”

      “Hiç kimse… Bu dükkânı ben kendim yaptırdım.”

      “Ey bu mermer tezgâh burada ne arıyor?”

      “Ben koydurdum.”

      Cabi Efendi gözlerini açtı. Marangoza daha keskin bir dikkatle baktı:

      “Sen deli misin, oğlum!” dedi.

      “Hayır.”

      “Akıllı bir adam mermer üzerinde keser oynatır mı?”

      “Niçin oynatmasın?”

      “Kazara keser kaçar. Hem mermer bozulur, hem keser…”

      “Ben hiç keserimi kaçırmam.”

      “Kaç senelik marangozsun?”

      “Yirmi senelik.”

      “Kaç senedir mermer tezgâh üzerinde çalışıyorsun?”

      “On beş sene var…”

      Cabi Efendi tezgâha yaklaştı. Marangoz gülüyor, pos bıyıklarının üstündeki şiş yanakları elma gibi kızarıyordu.

      “On beş senedir keserini hiç yanlışlıkla kaçırmadın mı?”

      “Kaçırmadım.”

      “Kazara… Bir defacık olsun…”

      Bir defacık olsun kaçırmadım. İstersen gel, bak…

      Cabi Efendi cebinden gözlüğünü çıkardı. Taktı. Baktı. Baktı, mücella mermer tezgâhın sathında hafif bir çizgi bile yoktu. Sonra marangoza döndü. Tepesinden tırnağına kadar iyice süzdü. Hiç öyle zeki bir adama benzemiyordu.

      Tekrar sordu:

      “Şimdiye kadar keserini hiç yanlış vurmadın ha?”

      “Görüyorsun işte…”

      “Nasıl olur bu?”

      “Çünkü ben birinci ustayım. Vuracağım yeri iyice görürüm. Hiç yanılmam. Elimin maharetine emniyetim var, onun için tezgâhı mermerden yaptırdım.”

      Cabi Efendi dayanamadı:

      “Oğlum, bu senin elindeki maharetinden değil!” dedi.

      “Ya neden?”

      “Düşüncesizlikten…”

      “Düşüncesizlikten mi?”

      “Evet.”

      Marangozun kalın siyah kaşları çatıldı. Keserini mermer tezgâhın üstüne yavaşça bıraktı. Suratını buruşturdu.

      Hakareti andıran bir tavırla Cabi Efendi’ye sordu:

      “Ne bildin?”

      “Nereden mi bileceğim? Biraz düşüncen olsa her vakit bu kadar dikkatli keser kullanamazsın.”

      “Benim düşüncem olmadığını ne biliyorsun? Ne olsa ben keserimi vuracak yeri bilirim. Hiç şaşırmam. Ben ‘sanatımın eriyim’ haydi bakalım, gevezelik yeter… Çek arabanı…”

      …

      Cabi Efendi fena hâlde bozuldu. Kendisiyle tatlı tatlı konuşurken hakikati işitince herifin birdenbire değişip kabalaşması canını fena hâlde sıktı. Gözlüğünü çıkarmaya vakit bulamadan, kös kös önüne bakarak dükkândan çıktı. Sanatının eri ha… “Seni gidi budala seni!” diye dişlerini sıktı, başını salladı. Her hadisenin sebebini aramak onda bir illetti. Bulduğu sebebi de, hatta bizzat hadisatın mevzularını gösterip kabul ettirmek diğer bir illetiydi. İşte bu ahmak, düşüncesizliğinin neticesi olan “ yanılmaz dikkat”ini elinin maharetine atfediyor, düşüncesizliğini kendisi için bir “meziyet” sanıyordu. Hızla döndü. İşine başlayan kayıtsız marangoza kapıdan haykırdı:

      “Usta, yarın dikkat et. Keserini tam yerine yapıştıramayacaksın. Mermer tezgâhını kıracaksın!”

      Cevap beklemedi. Hemen yürüdü. Karşıki sokağa saptı. Birer birer civardaki dükkânlara girdi. Mermer tezgâhlı marangoza dair birçok malûmat topladı. İsminin meşhur Ali Usta olduğunu öğrendi. Valideiatik bostanına bitişik, kırmızı aşı boyalı, tek katlı, yedi numaralı evde otururmuş. Yeni evlenmiş. Genç bir karısı varmış… Bütün komşuları onun elindeki mahareti methetmekte müttefiktiler. “Daha ömründe yanlış bir çivi vurmamıştır, keserine güvenir. İstanbul’da eşi bulunmaz. Frengistan’da bile onun gibi mermer tezgâhta işleyen bir marangoz yokmuş.” diyorlardı.

      Cabi Efendi hepsine, içinden, “ Yarın siz onun mermer tezgâhını görürsünüz.” derken, dışından “Doğru, doğru…” diye başını salladı.

      Daha öğleye epey zaman vardı. Ali Usta’ya mermer tezgâhını kırdırmak için tasarladığı planı düşüne düşüne Yeni Cami’nin avlusuna girdi. Bu düşüncesiz herifi bir dakikacık düşündürmek kâfiydi! Cabi Efendinin birçok tecrübesi vardı. Ufacık bir düşüncenin en büyük bir dikkati iflas ettirdiğini dini gibi bilirdi.

      Bu