Омер Сейфеддин

İlk Düşen Ak


Скачать книгу

Kraliçe kendi gözyaşlarıyla baştan aşağı banyo etti. O kadar şiddetli ağlıyordu ki… Islanan tül gömleği pembe vücuduna yapıştı, bir buhar gibi kayboldu. İhtiyar Kral ona teselli veriyor, devletin âli menfaati için fedakârlıkta bulunmanın ulviyetini anlata anlata bitiremiyordu. Nihayet gözlerindeki yaşlar bitince Kraliçe istenilen fedakârlığa razı oldu. Önünde diz çökmüş yalvaran kocasının elmaslı tacını okşadı.

      “Kalkınız! Devlet uğruna her şey feda.” dedi.

      Doğruldu. Koştu, tuvalet odasından bir silecek aldı. Gözyaşlarıyla yıkanan vücudunu kurularken:

      “Fakat hizmetime kimi tayin edeceksiniz?” diye sordu.

      “Saraydan, kimi istersen, meleğim…”

      “Kimi?”

      “Mesela Prens Habezızika’yı… Gayet ketumdur!”

      “Ketumdur! Fakat hizmetinden bir netice çıkmaz.”

      “Mabeynci Kont Şodaref ’i…”

      “Onun da…”

      “Marki dö Brad’ı…”

      “Geçiniz, o da nafiledir Haşmetmeap!”

      “Ey, Vikont dö Loryan…”

      “Hayır, onun hizmeti de boşa gider.”

      Kral mabeyn erkânından kırk tane kadar asilzade saydı. Kraliçe hep: “Nafile, hizmetinden bir netice çıkmaz!” diye reddediyordu.

      Muhterem Kral:

      “Fakat ne biliyorsun sevgilim!” dedi.

      Kraliçe demin bütün vücudunu ıslatan masum gözyaşlarını kuruladığı mavi ipek silecekle yüzünü kapayarak:

      “Heyhat! İki senedir, ben onların hepsini tecrübe ettim.” cevabını verdi.

      ! ! !

      Kral, devletin âli menfaati uğrunda bir defa değil, kendi haberi yokken kırk defadan ziyade fedakârlığa katlanmış olan bu mukaddes vücuda, bu beyaz melaikeye bakakaldı. Evet, başvekilin mukaddes endişesini o işte daha evvel duymuş, hem hiç vakit geçirmemişti. Meftunluğundan, memnunluğundan tatlı bir heyecan içinde kaldı. Titriyordu.

      “O hâlde sevgilim, hizmetine dışarıdan birisini vereceğiz.”

      “Hayır, yine saraydan!”

      Kral saray erkânından ismini saymadığı bir adam hatırlayamıyordu.

      “Pekâlâ! Fakat kimi? Sen söyle!”

      “Hassa bölüğündeki Çavuş Fernan’ı…”

      “Ne?”

      “Evet onu isterim.”

      “Dev Fernan’ı ha?”

      “Evet.”

      “Fakat sevgilim o bu odaya sığmaz, boyu iki buçuk metredir. O bir yerlere sığmaz. O bir alamettir.”

      “Olsun. Olsun!”

      İhtiyar Kral yine:

      “Pekâlâ!” dedi.

      Hatime

      Dokuz ay, on gün, yedi saat sonra masum Kraliçe doğurdu. Fakat bir tane değil… İki prens birden! Artık halkın saadetine payan yoktu. Hanedanın bu ikiz goncasını o kadar sevdiler ki… Hiçbir vakit birini öbürüne tercih edemediler. Hangisi büyük, hangisi küçük… Belirsizdi. İkisi de aynı miktarda veliahtlık hukukuna haizdi. Kral öldükten sonra küçücük devletin şark tarafına biri, garp tarafına biri hükümdar oldu. Bu iki kardeş hükümdar birbirleriyle hiç geçinemediler. Bütün hayatlarını muharebeyle geçirdiler. Babalarının, cetlerinin devirlerinde sulh içinde yaşayan sakin ahali onların sayesinde ikiye ayrılıp boğuşmaya koyuldu; onların sayesinde ayrı ayrı iki düşman, milletmiş gibi Avrupa tarihinin en dövüşken unsuru hâline girdi!

      MERMER TEZGâH

      Cabi Efendi, öyle her ihtiyar gibi, sabahtan akşama kadar evinde pineklemezdi. Vakıa yine ciddi bir işe elini sürmez; “ Yiyeceğim var, içeceğim var! İş benim neme gerek?” derdi. Ama her sabah güneş doğmadan kendini sokağa atardı.

      Yegâne merakı “Dünyanın ahvalini” tetkikti! “Okur yazar” güruhundandı. Fakat bu faziletini hiç kullanmıyordu. Kütüphanelerin önünden geçerken kendini tutamaz: “İşte nadanların akıl ambarı!” diye gülümserdi. Onun fikrince kitaplar “hakikat”in üstüne gelişigüzel yığılmış birtakım zarif, süslü, kıymetli kerpiçlerdi. Bu kerpiçleri toplayıp bir tarafa atmayan, mümkün değil, hakikati göremezdi.

      Hakikat kitapta değil, hayatın kendisinde idi. Kitaba inanan esir olur, zihni katılır, kafası kerpiçleşirdi. Hâlbuki, ancak her gün değişen, hiçbir mefhumun dar çerçevesine sığmayan hayat okunmaya layıktı. Hayatın her adımında binlerce garibe, binlerce sır, binlerce dalavere gizliydi. İlim, hikmet, hars, felsefe, irfan, hep hayatın içinde idi. Mesela, elli senedir gezmekle bitiremediği şu İstanbul “bir milyon küsur sayfalı” kocaman bir kitaptı. Sokaklarında, çarşısında, pazarında dolaşan her adam da başlı başına ayrı bir cihan, ayrı bir kitaptı. Bu kitapların hepsini okumaya kalkmak ummanı içmek kadar imkânsızdı; yalnız bir tanesinin bir faalini süzebilen insan şüphesiz en büyük irfanın sahibi olurdu. Mahalle mektebinden diplomasını aldıktan sonra mukaddes, gayrimukaddes hiçbir kerpici eline almamakla iftihar eden Cabi Efendi işte bu, yalnız hayatı okuyan ariflerden biriydi! Bütün semt halkınca dünyanın en birinci âlimi sayılırdı. Beyaz top sakalıyla, kısa boyuyla, şişman vücuduyla en beklenilmez yerlerde yuvarlanır gibi dolaştığı görülür; yakaladığına, ufacık tombul elleriyle okşayarak nasihatler verir; ilminden, irfanından büyük küçük herkesi müstefit ederdi. Kitap gibi gazete de okumazdı. “Metelik tuzağı” dediği bu kâğıt parçalarının başından nihayetine kadar yalanla dolu olduğunu iddia eder: “Gözümle görmediğim şeye inanmam!” derdi. Velospide, gramofona, sinemaya, telefona, otomobile, tayyareye, tahtelbahire, hep gözleriyle gördükten sonra inanmıştı.

***

      Yine bir bahar sabahı, güneş, bahçesindeki evvel zamandan kalma çitlembik ağaçlarının üstünden doğarken Cabi Efendi de kapısında göründü. Birkaç adım yürüdü, durdu. Etrafına bakındı. Yerlerde çimenler yeşermiş, sıska erik dalları pembe, beyaz çiçeklerle örtülmüştü. Hoşuna gitti. Sola eğri çarpık burnunu yukarı kaldırdı. Derin derin havayı kokladı. “Bu ne letafet, bu ne güzellik yarabbi!” diye mırıldandı.

      Allah, mutlaka dünyayı kullarına sevdirmek için baharı yaratmış olacaktı! Her sene kıştan, yağmurdan, çamurdan, kardan, soğuktan, tipiden bıkan insanlara bahar hayalden bir peri gelini gibi görünür, uyuşuk ruhlarına “teselli, hararet, ümit” serper; sonra onları “haberleri olmadan” yazın cehennemi içinde bırakarak kendi kelebekleriyle, çiçekleriyle, kokularıyla savuşup giderdi… ”Ben amma dolma yutmam,” dedi, “hepsi rüya… Birkaç hafta sonra ne bu çiçeklerden, ne bu kokulardan eser kalır!”

      Çimenlerin üzerindeki çiğlerde güneşten düşmüş parlak elmas damlalarını inadına ayaklarıyla ezdi. Sokağa çıkar çıkmaz, gece zerzevatçı, sütçü beygirlerinin bozuk kaldırımda bıraktığı şeyleri, cıvıldaşarak yiyen serçelere gözü kaçtı. Durmadı, “Birinin ettiği halt ötekine nimet…” dedi. Kendi istemediği hâlde müstakil zihni bu münasebetsiz hadiseden bir hikmet çıkarmaya çalıştı. İstemeye istemeye arılarla insanları hatırladı. “Vakıa” aynı idi. Yalnız tarafeynin hacimlerinde tehalüf vardı. Birinde müstahsil küçük, müstehlik büyüktü. Diğerinde bunun aksi; müstahsil büyük, müstehlik küçük…

      Yürüdü. Şimdi nereye gidecekti! Daima yola düzüldükten