bitişik tek katlı, kırmızı aşı boyalı evi görünce:
“Hah işte burası.” diye yürüdü. Tokmağı çaldı. İçeriden ince, sert bir kadın sesi:
“Kimdir o, bakayım, kimdir o?” dedi.
“Ben.”
“Sen kimsin ayol?”
“Burası mermer tezgâhlı marangoz meşhur Ali Ustanın evi değil mi?”
“Evet.”
“Usta bu kuzuyu kızarttı, gönderdi. Alın.”
Kapı yarım açıldı. Kalın, beyaz, çıplak iki kol daha beyaz elleriyle kuzu kabını içeri aldı, meçhul bir şeye hiddetlenmiş gibi kapıyı hızla çarparak kapadı.
Cabi Efendi gülümsedi:
“Yarın mermer tezgâh…”
Ellerini ovuşturdu. Gözleri, isabet etmemiş müthiş bir tokat gibi rüzgârı suratına çarpan, alçak kapının üstündeki silik rakama kaçtı:
“Yedi, yedi.” diye başını salladı.
Sabahleyin erkenden mermer tezgâhın kırıldığını görecekti. Bunun için İstanbul’a geçmedi. Doğru at pazarındaki Hacı Hüseyin’in hanına gitti. Temizce bir oda kiraladı. Geceyi Üsküdar’da geçirecekti.
Meşhur marangoz Ali Ustanın evine geç gelmek âdetiydi. Kapıdan girince doğru sofraya oturdu. Bu akşam sofranın başına çökünce şaşırdı.
Karısına:
“Hayrola…” dedi. “Bu kuzu nereden esti?”
“Sana sormalı?”
“Ne demek?”
“Bugün sen gönderdin.”
“Hâşâ…”
“Hâşâ mı?”
!…
Karısı merhum Kasımpaşa imamının üvey kızıydı. Pek çabuk hiddetlenirdi. Yine kıpkırmızı oldu. Ellerini geniş kalçalarına dayadı. Yüzünü eğriltti:
“Hâşâ, ha? Vay, demek ben bunu çaldım, ha?”
“Bilmem.”
“Dostum mu gönderdi?”
“Onu da bilmem!”
“Gündüz gönderdin. Şimdi unutup laf mı çıkarıyorsun?”
Ali Usta:
“Ben hiçbir şeyi unutmam.” dedi.
“Haydi oradan bunak, sen de… Çamaşır yıkıyordum. Bir adam geldi. ‘Mermer tezgâhlı Ali Ustanın evi burası mı?’ dedi. ‘Evet.’ dedim. ‘Benimle bu kuzuyu gönderdi.’ dedi. Ben de aldım.”
“Nasıl adamdı?”
“Beni namahreme bakar sanıyorsun ha… Görmedim bile.”
“Sesi nasıldı?”
“Beni namahremin sesini işitir sanıyorsun ha… Vallahi işitmedim..”
?…
!…
Karı koca bu kuzu yüzünden bir güzel kavga ettiler. Ali Usta bu nefis kuzudan değil, öbür yemeklerden bile ağzına bir lokma koyamadı. Acaba bu kuzuyu kim göndermişti? Merakından çatlayacaktı. Yoksa evini barkını dağıtmak için bir büyü müydü? Kahvesini, çubuğunu da içemedi, ömründe ilk defa olmak üzere o gece uykusu kaçtı. Sabaha kadar uyuyamadı. Karısı hâlâ onu unutkanlıkla itham ediyor, “Bunamışsın ayol, git kendini Pabucu Büyük’e okut.” diyordu.
Sabah namazını kılmadan dükkânına indi. Kepenkleri açtı. O kadar dalgındı ki, köşede kendisini gözetleyen Cabi Efendiyi bile görmedi. Mihaniki bir sükûn ile keserini eline aldı. Dünden kalan işini mermer tezgâhın üstüne koydu. Cabi Efendi açık kapıdan onun dalgınlığına bakarak gülümsüyordu. Zavallının aklı fikri hep dün akşamki kuzuda idi. “Kim gönderdi yarabbi, kim gönderdi, kim olabilir?” diye düşünüyordu. Kaldırdığı keskin, kalın, ağır keseri çattadak indirince gözleri açıldı. El kadar bir mermer parçası tezgâhtan kopmuş, yere fırlamıştı. Aynı zamanda arkasındaki kapıdan bir ses işitti:
“Geçmiş olsun Usta!”
?…
Döndü. Dün kovduğu küçük ihtiyarı görünce bütün bütün şaşırdı.
Cabi Efendi sordu:
“Hani sanatının eriydin! Ne oldu böyle?”
!…
Zavallı Ali Usta ağzını açamadı. Sapsarı kesildi. Dudakları titriyordu.
O vakit Cabi Efendi düşüncesizliğin neticesi olan dikkatini bu ana kadar kendisinde bir meziyet sayan bu adama acıdı.
“Artık düşünme.” dedi. “O kuzuyu ben gönderdim.”
“Sen mi?”
“Evet.”
“Niçin?”
“Seni biraz düşündürmek için…”
Sonra üşenmedi, ona, ayak üstünde, insanın “düşünen bir hayvan” olduğunu, dalgınlıkla bazen dikkat hassasını kaybettiğini, “yanılmaz, keskin bir dikkat”in sırf “düşüncesiz hayvanlar”a mahsus bir fazilet sayılacağını uzun uzadıya anlattı.
Kapıdan çıkarken:
“Haydi oğlum.” dedi. “Dünyanın nizamını bozmaya kalkma. Marangozun tezgâhı kalastan olur. Şimdi kırdığın şu mermeri hemen kaldır. Yerine ahşap bir tezgâh koy!”
Bir saat sonra Cabi Efendi Harem İskelesi’nin koyu lacivert dalgalarında sallanan köhne bir kayığa biniyordu. Dün gitmeye karar verdiği “Kız Kulesi”nin neye deniz ortasına yapıldığını keşfedecek, mutlaka bunun da asıl sebebini bulacaktı! Ama bu sabah erkenden nadanın birine “dikkatin hakikati”ni öğretebildiği için o kadar memnundu ki…
DAMA TAŞLARI
Deli pazarı … pazarı
Ali Dânâ Efendi Edirnekapısı semtinde dedesinin dedesinden kalma eski viran evde oturur; kırk yılda bir dışarı çıkardı. Son zamanlarda birtakım genç âlimlerin bin bir rica, yüz bin teşekkürle gezip yıkık sakiflerinin eğrilmiş camsız pencerelerinin, düşük kapılarının resimlerini aldıkları bu harabe iki yüz yaşını çoktan doldurmuştu. Beş dönüme yakın bahçesi kablettarihî bir ormanı andırırdı. Büyük çitlembik, çınar ağaçlarının altında isimlerini kimsenin bilmediği irili ufaklı yüzlerce ağaç, otlar, baldıranlar, deve dikenleri, yılanyastıkları arapsaçı gibi birbirine karışmıştı. Ağustos böceklerinin ninnileri, dızdızların ahenkleri sanki bu karanlık gölgelerde saklı haşaratı uyuturdu. Çitlembik çalmak için yüksek duvarlardan aşarak bu bahçeye bir defacık girmek kabadayılığını gösterebilen küçük külhanbeyleri bir daha buna cesaret edemezler, benizleri sarararak “sık ağaçların içinde, karanlık kovuklarda ayılar, kurtlar, kaplanlar, hatta devler” gördüklerini yeminlerle anlatırlardı. Baykuşlar o kadar çoktu ki kahkahaları gündüz bile işitilirdi.
Dânâ Efendi bu evin ceddi Mahmut Ağa tarafından yapıldığını bilirdi. Bu Mahmut Ağa, Kara Mustafa Paşanın kethüdalarından biriydi. Evi gezmeye gelen meraklıların önlerine çok eski bakır kaplar, kazanlar, cezveler, sahanlar yığar, bunların kenarlarındaki “kargacık burgacık” istilinde okunmaz bir mührü göstererek:
“Bakınız, mimi görüyorsunuz ya?