Омер Сейфеддин

İlk Düşen Ak


Скачать книгу

zamanda Avrupa’nın, zannedersem her on kilometre murabbaına iki hükümdar isabet eden, bol müstebitli bir tarafında gayet ihtiyar bir kral vardı. Elmaslı tacının altından lüle lüle sarkan gür beyaz saçları, yürürken ayaklarına dolaşan beyaz sakalları içinde balmumundan yapılmış ilahî bir resim gibi daima sessiz yaşar, devleti adaletle, şefkatle, mürüvvette idare ederdi. Muharebeyi sevmediğinden memleketinin sulh perisi zamanında hiç seyahate çıkmamıştı! Tebaasının işi gücü yemek, içmek, oynamak, eğlenmekti! Yazın tarlalarda, bağlarda, bahçelerde insan, inek, eşek, köpek, kaz, tavuk, ördek sürüleri çifter çifter, hep bir arada sevişirler; kışın meyhanelerde, evlerde, kulübelerde çalgı sesleri, aşk naraları sabahlara kadar coşar, bir saniye durup dinmezdi.

      Fakat bu kadar mesut bir memleketin teselli kabul etmez, ağır, acı bir kederi vardı. Bütün halk; ihtiyar genç, erkek kadın, çoluk çocuk herkes en coşkun cümbüşler esnasında birdenbire dururlar, sararırlar, ağlamaya, hıçkırmaya başlarlardı. Umumi gözyaşlarının sıcak bir çağlayanı andıran şırıltıları içinde daima bu feryat işitilirdi:

      “Ah, niçin bizim bir veliahdımız yok!”

      İkinci Fasıl

      İhtiyar Kral sarayının bir ıhlamur ormanına bakan merasim salonundaki tunç ayaklı altın tahtında oturuyordu. Başmabeynci yerlere eğilerek başvekilin huzura kabul olunmasını istirham ettiğini söyledi. Devletin politikası o kadar yolunda idi ki… Kral başvekilini ancak senede bir iki defa bayramlarda, seyranlarda görürdü. Taaccüp etti.

      “Gelsin bakalım!” dedi.

      Bir dakika sonra içeriye, kendinden ihtiyar, kambur bir adam girdi. Bu, Avrupa’nın en büyük diplomatıydı. Asya hükümdarları bile ona nameler gönderiyorlar, reyinden istifade ediyorlardı. Tahtın önüne ilerledi. Diz çöktü. Hükümdarının beyaz sakalları içinden uzanan sarı elini öptü:

      “Haşmetmeap!” dedi. “Sizi gayet mühim bir mesele için taciz ediyorum.”

      “Ne gibi? Bir muharebe ihtimali mi?”

      “Hayır.”

      “Komşularımızla siyasetimiz mükemmel. Dâhilde asayiş, bereket, zenginlik yolunda. Başka mühim ne olabilir?”

      “Gayet mühim bir mesele!”

      “Nedir söyle bakalım!”

      İhtiyar başvekilin çipil gözlerinden hüngür hüngür yaşlar boşanıyor, mini mini bir nehir gibi altın tahtın basamaklarından akıyordu.

      “Haşmetmeap! Bugün doksan sekiz yaşına girdiniz. Ölüm gayet acele bir afettir. Bir gün vakitsiz olarak siz adil hükümdarımızı bizim elimizden alıverir. Veliahdımız yok! Allah göstermesin, sizin ruhunuz göklere uçarsa yerde kalacak zavallı tebaanızın hâli ne olacak. Memlekete komşularımız hücum edecek? Vatanı pay edecekler. Kaç asırdır hanedanınız sayesinde sükûn içinde, asayiş içinde yaşayan devletimiz mahvolacak. Gülmekten, oynamaktan, zevk sürmekten başka bir şey bilmeyen milletimiz vahşi kumandanların emirleri altına girecek. Muharebelere sürülecek. Sokaklarımız siyah esvaplı dullarla, öksüzlerle, evlatlarını kaybetmiş analarla dolacak…”

      Başvekil hem ağlıyor, hem bülbül gibi nutkunu söylüyordu. O söyledikçe İhtiyar Kral kendi ölümünden sonra mesut devletinin nasıl parçalanacağını, sevgili tebaasının nasıl komşu devletlerin ordularına asker olacağını düşünüyordu.

      Başvekilin nutkunu kesti, sordu:

      “Bu felaketin önüne nasıl geçebiliriz?”

      “Gayet kolay Haşmetmeap!”

      “Nasıl?”

      “Sevgili Kraliçemiz dünyaya hemen bir veliahtçık getirsinler.”

      “Fakat nasıl? Artık…”

      O asırda Avrupa’nın en büyük diplomatı olan başvekil yavaş yavaş doğruldu. Elleriyle kralın saçlarını dalga dalga ayırdı. Kulağını buldu. Ağzını yaklaştırdı. Söylediğini Allah’la Kraldan başka kimse duymadı.

      “Fakat…”

      “Fakatı makatı yok Haşmetmeap! Devletin âli menfaati uğruna!”

      “Kraliçeyi bilirsin. Bir melaikedir. Ona bu teklifi nasıl edebilirim?”

      “Evet Kraliçemiz bir melaikedir. Haşmetmeap! Melaikelerden daha saf, daha temiz, daha ulvidir. Fakat mukaddes devletimizin istikbali ancak buna bağlı. Devletin âli menfaati bugün böyle icap ediyor…”

      İhtiyar Kral düşünüyor, büyük diplomat söylüyor, şark hükümdarlarının analarını, kardeşlerini, evlatlarını devletlerinin âli menfaati uğrunda koyun gibi bizzat boğazlamak fedakârlığına bile katlandıklarını anlatıyordu. Şimdi bir devletin, bir milletin hayatı, saadeti, bekası Kraliçenin fedakârlığına bağlı kalmıştı. Yoksa…

      Kral:

      “Pekâlâ! Bir kere kendisine açayım.” dedi. “Fakat… Hayır, mümkün değil… Kabul etmez. Hatta dünyanın bekası buna bağlı olsa yine kabul etmez. O bir melaikedir.”

      “Evet melaikedir, Haşmetmeap! Melaike olduğu için kabul edecek, bir devleti, bir milleti mahvolmaktan kurtaracak!”

      “Pekâlâ…”

      Başvekil Kralın elini öptü. Dışarı çıkıyordu.

      Kral tekrar sordu:

      “Fakat kiminle?”

      Diplomatın gözyaşları artık dinmişti. Pembe dantelli yenleriyle ıslak beyaz sakallarını silerek cevap verdi:

      “Sarayınızda o kadar mabeynci, general, prens, kont kullarınız var. Kraliçe Efendimiz Hazretleri hangi kulunu arzu buyururlarsa…”

      Üçüncü Fasıl

      Kraliçe, duvarları, tavanı, döşemeleri altın kakma zambaklarla işlenmiş küçücük samimi yatak odasında, patlıcan rengi ipekten, kabarık bir divana uzanmış, kalçalarını ovduruyordu. Kapı vuruldu.

      “Giriniz.”

      …

      Ovan kız fırladı. Kraliçe doğruldu. Yarım çıplaktı. Önüne kapadığı tül ropdöşambır, kopmuş iri melaike kanatlarına benziyordu. Çok sevdiği kocasının böyle hiç beklenilmeden gelmesine şaştı.

      “Buyurun!” dedi.

      Henüz on yedi buçuk yaşında pembe, beyaz, saf, masum bir civandı. Kral divanın kenarına oturdu. Hizmetçi kız dışarı çıktı.

      “Sevgilim, böyle üşümüyor musun? Hava çok soğuk!”

      “Hayır Haşmetmeap! Hatta yanıyorum! Tutuşuyorum!”

      Bir iki dakika kadar şundan bundan, havadan sudan bahsettiler. Mini mini Kraliçe, kocasında bir fevkaladelik görüyordu. Eskiden hiç lakırdı söylemeyen bu ihtiyar şimdi şakıyordu. “Acaba memleketin doktorları yeni bir ilaç mı keşfettiler?” diye düşündü. Fakat nihayet laf, siyasete gelince zannında yanıldığını anladı. Kral hanedanının kutsiyetini, devletin tarihinde oynadığı rolü uzun uzun hikâye etti. Kendi ölürse kaç asırdır mesut yaşayan bu memleket, komşuların yağmasına uğrayacak, sevgili tebaası komşu ordulara asker membaı olacaktı. Söylerken gözlerinden yaşlar akıyordu.

      “Memleketin, devletin bekası senin elinde.” dedi.

      Kraliçe şaştı.

      “Nasıl Haşmetmeap?”

      “Hemen bir veliahtçık doğursan hanedanım zeval bulmayacak.”

      “Fakat bu sizin…”

      “Hayır