sayıp döküyordu.
“Bari jimnastik yapsam, Doktor Bey…”
Güldü:
“Jimnastik mi? O nihayet adalelerinizi yorar. Hâlbuki sizin yalnız adalatınız değil, ruhunuz, hissiniz, fikriniz… Hasılı bir kelimeyle söyleyeyim, mevcudiyetiniz çalışmaya muhtaç!”
“Yani manevi bir jimnastik…”
“Evet, evet.”
“Ne gibi?”
…
Bulamadı. Yüzüme baktı. Bakışında benim mevkimi kıskanan bir haset vardı. Bunu güneş gibi görüyorum.
“Mühendisim, demiştiniz değil mi?”
“Evet…”
“Mademki işiniz yok. Sanatınıza çalışınız.”
“Memur olduğum için dışarıda çalışamam.”
“Hayır, öyle ticaret şeklinde para kazanmak için değil…”
“Ya nasıl?”
“Sanat için sanatınıza çalışınız.”
“Anlamıyorum, nasıl?”
“Siz Türk müsünüz?”
“Evet.”
“Milliyetperver misiniz?”
…
Birdenbire cevap veremedim. Böyle bir suale ömrümde ilk defa maruz kalıyordum. Vicdanımı yokladım. Daha bunun ne demek olduğunu bile bilmiyor. “Milliyetperverlik” ne demekti. Vakıa kulaktan şöyle bir cereyanın olduğunu duymuş, ama hiç ehemmiyet vermemiştim. Türkçe mecmuaları, gazeteleri okumak âdetim olmadığı için bir şeyden haberim yoktu. Sükûtum doktoru sıktı.
“Yoksa kozmopolit misiniz?”
“Hayır.”
“O hâlde işte hastalığınızın bir sebebi daha. Ne milliyetperverim diyorsunuz, ne de kozmopolit! Yani araftasınız. Hâlbuki ‘araf ’ insanlara mahsus değildir. Hayvanlar orada rahat eder. Ama insan için ya cennet lazımdır, ya cehennem!”
…
Bu tuhaf doktor bana idealin insana tıpkı kalp gibi, yürek gibi, ciğer gibi lazım olduğunu anlattı, insan “mefkûre”siz yaşayamazmış. Mefkûre iflas eder etmez, insan ya deli olur, yahut intihar edermiş. Mefkûre birdenbire kaybolmayıp yavaş yavaş zayıflarsa, şeker hastalığı, nevrasteni, isteri başlarmış.
“Hâlbuki sizde muayyen bir ideal yok.”
“Galiba.”
“O hâlde azizim çabuk bir ‘ideal’ edininiz yoksa…”
?
“Doktor sizi kurtaramaz.”
…
Hayatta o kadar ehemmiyetsiz hadiseler var ki bizde pek derin intibalar bırakır. Bir “hiç” yıllarca yürüdüğümüz yolu değiştirebilir. Bana ideal sahibi olmamı tavsiye eden doktorun bu paradoksal sözleri çok tesir etti. Yine marazi hassasiyetim neticesi olarak onun telkini altında kaldım. Evet geçen sene ne milliyetperverdim, ne de kozmopolit! Bana bir ideal lazımdı. Fakat ideal hazır esvap gibi bulunup alınamazdı. Edebiyatı çok seviyordum. Bir roman yazmayı düşündüm, hatta başladım yazmaya… Lakin tabından sonraki rezaleti aklıma getirdim. Meşhur, –amma niçin meşhur?– mühendis filan bey bir roman neşretmiş! Bu, tıpkı eski bir nafia nazırının nazırlığı esnasında bir “ilmihal” kitabı telif etmesine benzeyecekti! Gülünç olmamak için bu emelimden vazgeçtim. Milliyet cereyanının etrafında çıkan matbuatı okumaya koyuldum. İki ay sonra aldığım fikirleri yekûn ettim. Şu çıktı:
1- Dili, dini “bir ” olan insanlar bir millettendir. Türkler de bir millettir. Fakat şimdiye kadar “ümmet” teşkilatı ile yaşadıkları için kendi milliyetlerini, harslarını ihmal etmişler; Arap’a, Acem’e benzemeye çalışmışlar.
2- Millet hâline geçince asrileşmek lazım. O vakit de Frenk’i taklide kalkmışlar.
3- Hâlbuki Türkler de, öteki milletler gibi harsin her sahasında ayrı, hususi bir şahsiyet sahibidirler. Bu şahsiyeti bulunca terakki edebilirler.
Sonra etrafıma baktım. Edipler konuşulan tabii lisanla yazmaya, şairler millî edebiyatı, millî şiiri, millî vezni meydana koymaya; hukukçular millî hukuku; ahlakçılar millî ahlakı, terbiyeciler millî terbiyeyi bulmaya çalışıyorlar. Ben de millî sanatı aramaya başladım. Bursa’ya, Konya’ya seyahatler ettim. Getirdiğim kitaplar o kadar çoktu ki… Hatta yarısını okuyup bitiremedim. Ama, sıhhatim yerine geldi. Artık kendimi düşünemez, dinleyemez oldum. Daha tetebbülerimi ortaya atmadan sebepsiz şöhretim büyüdü. Türk sanatının esas hatlarını ararken şedit bir milliyetperver olmaya başladığımı seziyordum. Kemerlerde, pencerelerde, kubbelerde, mezarlarda, türbelerde, çeşmelerde, çinilerde aradığım hususiyeti her tarafta bulmaya çalışıyordum. Eskiden en beğendiğim şeyler, Türk olmadığı için, taklit olduğu için gözüme çirkin göründü. Yavaş yavaş dostlarımı kaybettim. Hepsi idealsizdi. Kumar, kulüp, kadın, zevk, gösteriş… Başka şey bilmiyorlardı.
Geçen hafta, ileride tamamlayacağım “Anadolu’da Eski Türk Sanatının İzleri” unvanlı kitabın taslağını bitirdim. Bu beni iyice yordu. Bir haftadır ne okuyorum, ne yazıyorum. Ama yine can sıkıntısı tehlikesi baş gösterdi. Yine kendimi dinlemeye başladım.
Bu sabah işte şakağımda bulduğum ilk ak tel bunun için azıcık daha beni kederlendirecekti.
Evvelden başkaları tarafından duyulan bir kederi ayniyle taklit etmemek için düşüncemi değiştirdim. Masama oturdum. Eserimin tebyizinden artan şu boş deftere bu satırları gelişigüzel yazdım. Şimdi kalem elimde düşünüyorum. İşte yine haberim olmadan bir mukallit oldum; ilk ak saçın intibalarını yazmaya kalktım.
İlk ak saç… Hissetmeyeyim. Düşüneyim haydi: Demek ihtiyarlığa doğru dönüyorum?
.....
“Ne yapmalıyım?”
“Hiç… Ne yapabilirim?”
“Fakat artık evlenmeliyim.”
“Evet evlenmeliyim.”
“Daha ne bekliyorum?”
…
Evet! “Daha ne bekliyorum?” Kendi kendimle konuşurken bu suale ne cevap vermeli? Şimdiye kadar bunu hiç düşünmedim mi? Hayır. Hâlâ kalbimde birçok heyecan var. Sanıyorum ki evlenirsem bitivereceğim. Fakat nasıl olsa bir gün evlenmeyecek miyim? “Herkes gibi…” Ah herkes gibi… Herkese benzememek insan için ne güç! Tabi ben de kendimden evvel gelenleri taklit edeceğim. Onlar gibi nişanlanacağım. Onlar gibi güvey gireceğim. Onlar gibi çocuklarım olacak. Onlar gibi aile sahibi bir baba olacağım. Onlar gibi ihtiyarlayacağım, onlar gibi, heyhat… Onlar gibi öleceğim.
Şu yazdığım sayfaya ziyası ateşten bir mustatil şeklinde akseden güneşin altında yeni ne var?
Hiç…
Evet ben de herkes gibi evleneceğim. Beş bin sene evvel yine bu güneşin altında tekrarlanan bir Finland meselini hatırlıyorum: “Hayat yalnızken pek kederlidir. İnsan çift oldu mu bu hayat daha latif olur. Üçleşince hayat pek tatlıdır.”
Ben, artık bu “yalnızlık”tan kurtulmalıyım.
DEVLETİN MENFAATİ UĞRUNA
Mukaddime
Sevgili karilerim, size yemin ederim ki1 bu hikâyeyi ben uydurmuyorum. Geçmiş zaman… Eski bir tarih