ilaveten, İslam fıkhında, yer altı zenginlikleri ve ganimetler de Allah’a ve Resul’üne ait kabul edilir ve zenginliğin toplumda hakça paylaşılması sağlanırdı. Huneyn Seferi esnasında düşmandan elde edilen ganimetin Peygamber tarafından savaşçılara paylaştırılması bekleniyordu, ancak O, bu ganimetlerin bir kısmını insanlara dağıttı. Bunun üzerine, bazı insanlar “Ya Muhammed adil ol!” deyince ayet nazil olarak, ganimetler ve yer altı zenginliklerinin devlete ait olduğu kayıt altına alındı.
4.
Kudüs ve “Mescid-i Aksa” İhtilafı
Tespit edebildiğim kadarıyla, İslam dünyasında bu hususa ilk temas eden kişilerden biri benim; Abdullah b. Zübeyr ile iktidar mücadelesine giren Emevî Halifesi Abdülmelik b. Mervan, Mekke’ye giden hacıların Abdullah’a biatını önlemek için Hac yollarını kapattı ve Kudüs’ü ön plana çıkartarak, Kâbe’yi ziyaretin siyasi boyutlarıyla kendi aleyhine dönmesini engellemeye çalıştı. Şehirde yaptığı düzenlemeler ve dinî atıflarla, Kudüs kültünün yükselişi de bu dönemlere rast gelmektedir. “Yeryüzünde üç mescide ziyaret büyük sevaptır…” hadisi tahrif edilerek, bu sözde geçen Mescid-i Aksa’nın Kudüs’teki mescit olduğu iddiasıyla Emevîler bu siyasi düzenlemeleri yaptı; hatta İbn Şihâb ez-Zührî gibi büyük muhaddisler de bu çabalara destek oldu.
İsra suresinde Mescid-i Aksa’ya atıf yapılır, ilgili ayetin incelenmesinden anlaşıldığı kadarıyla Hz. Peygamber bir gece Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya yürütüldü ve burada kendisine vahiy geldi; gelen ayet İsra suresinin ilgili ayetidir. Bu mescit Kâbe’ye 8 km mesafede bulunun Cirâne Vadisi’nde bulunmaktadır, bugün de bu mescit mevcuttur ve mîkât2 mahalli olarak kullanılmaktadır. Vâkıdî gibi ilk dönem tarihçileri, Hz. Peygamber’in o mescide gidip ihrama girdiğini ve bunun ardından dönüp Kâbe’yi ziyaret ettiğini anlatır. Ezrakî, Ahbaru-l Mekke isimli kitabında, Peygamber’in Kâbe civarında bu tür ufak mescitler edindiğini ve buralarda arkadaşlarıyla buluşup Kur’an okuduklarını, en uzak mescidin işte bu Cirâne Vadisi’ndeki Mescid-i Aksa olduğunu; Kur’an’da zikredilen Mescid-i Aksa’nın da bu mescit olduğunu dile getirir. Enteresandır, bizzat Ezrakî’nin kendi dedesi bu Cirâne’dendir; Ezrakî, Ebu’l-Velid isimli dedesinden gelen rivayetleri derleyerek bu tespitini kitabına almıştır.
Ezrakî, yukarıda zikrolunan ve sonradan tahrif edilerek “üç mescit” formuna dönüştürülen (Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevi ve Mescid-i Aksa/Kudüs) rivayetten ziyade; aslında Hz. Peygamber’in zikrettiği sözün şu şekilde olduğunu dedesine atıfla rivayet eder: “Şu üç mescide seyahat edilir: Mescid-i İbrahim, Mescid-i Süleyman ve mescid-i hâzâ (bu).” Bu sözde geçen Mescid-i İbrahim Kâbe’ye; Mescid-i Süleyman Kudüs’teki mescide; mescid-i hâzâ da o an içinde bulunduğu Medine’deki Mescid-i Nebevi’ye atıf yapmaktadır.” Emevîler zamanında tahrif edilen sözde geçen Mescid-i Aksa’nın hadisteki özgün ifadesi Mescid-i Süleyman’dır. Kur’an’daki Mescid-i Aksa ifadesi de Kudüs’teki Mescid-i Süleyman değil Mekke’deki bu küçük mescittir. Sonradan gelen hemen tüm muhaddis ve müfessirler de aynı örse çekiç vurarak bu yanlış ve politik imajı sürdürdüler.
Meşhur tarihçi Prof. Muhammed Hamidullah ile bir sene buluştuğumuzda, hadislerde zikredilen “Mescid-i Aksa”nın Cirâne’de bulunan ufak mescit olduğunu söyledim; Hamidullah bu sözüme itiraz etti. Aradan birkaç sene geçtikten sonra kendisiyle yeniden bir araya geldiğimizde bana cevap sadedinde şu bilgiyi verdi: “Senin dediğin o Mescid-i Aksa ne Mekke’de ne Kudüs’tedir, o mescit doğrudan gökyüzündedir; bunu da Buhârî söylüyor.” Ben de kendisine, Buhârî’nin Peygamber zamanında Kudüs’te Mescid-i Aksa olmadığını fark edince bu mescit için uygun bir yer aradığını ve en uygun yeri gökyüzü olarak tespit ettiğini söyledim. Hamidullah Bey bu sözüme bozuldu, ama tarihsel gerçekler bu şekildedir.
5.
Arapların Ümmiliği ve Okuma-Yazma Meselesi
Hz. Peygamber ve onu takip eden dönemde, Arap Yarımadası’na dağılmış vaziyetteki Araplar ümmi bir topluluktu, genel olarak okuma yazması olmayan bir kavimdi, bu durum Kur’an’da da ifadesini bulur. O da bir ümmi olarak ve bu ümmi toplumun içine bir peygamber olarak gönderildi. Kendisine Allah’tan gelen mesajları (vahiy) önce ezberler, ardından da çevresindeki insanlara ezberinden aktarırdı. Sahabeler de onun bu sözlerine ilgi duyup, bu mesajları ezberlerdi. Ezberden Kur’an okuma geleneği de böyle başladı ve bu hafızlık geleneği şeklinde günümüze kadar da devam etti.
Araplar tabiatları icabı ezber yapmayı severlerdi, meşhur Cahiliye şiirleri de yazılı olmaktan ziyade ezber ve sözle aktarılan metinlerdi. Kur’an’ın ilk defa yazı hâle alınma meselesi Biset’in altıncı senesinde ve Mekke’de, oldukça sınırlı bir çerçevede gerçekleşti. İlk surelerin kısa olması ve kolay ezberlenebilmesi bunu daha kolay mümkün kılıyordu.
Öte yandan, yazıya dökülünce Arapların kendilerine mahsus bir alfabesi o dönem de yoktu, yazılı metinleri Nabat alfabesiyle yazıya döküyorlardı. Zira Araplar ticaret için uzun seferlere çıkarken Nabatların memleketinden3 geçerlerdi; bölgeye gelen tüccarlar ticaret anlaşması yapar, bu nedenle küçük ticari el senetlerinin hazırlanması için yazıya ihtiyaç duyarlardı. Bu bölgelerde bulunmuş olan Araplardan da yazı öğrenenler olmuştu. Nabatlar da Güney Suriye ağzıyla Arapça konuşurlardı, alfabeleri de İbrani yazısından mülhem bir yazı çeşidiydi. Kureyşliler de Nabatların bu alfabesini öğrenip Arapçayı yazıya geçirmekte kullandılar. Kur’an da işte bu alfabeyle yazılmaya başlandı.
Peygamber zamanında İslam Arap Yarımadası’nın dışına çıkmadı, ancak dışarıdan gelen insanların getirdiği haberler üzerine çeşitli yerlere mektuplar gönderildi. Habeş Necaşisi’ne Habeşçe yazısıyla, Mısır Mukavkısı’na Rumca, Bizans İmparatoru Heraklius’a Rumca,4 İran Kisrası’na Pehlevîce (orta dönem Farsçası) mektuplar kaleme alındığı; hatta Bahreyn ve Umman halklarına da mektuplar yazılıp gönderildiği kaydedilir.
6.
Hadis Derlemeciliği ve Kur’an’ın Mushaflaştırılması
İslam tarihinde, Mekke dönemi genel anlamda ümmi bir dönem olarak kendini gösterir. Ancak bir süre sonra Hicret gerçekleşip de Medine dönemi başlayınca, Müslümanlar arasında yazı yaygınlaşmaya başladı. Zira yazıyla uğraşıp Kur’an’ı yazanlar çoğaldı, kırk kadar insan bu dönemde vahiy kâtipliği yaptı (Aralarında Muaviye, Ali, Zeyd b. Sabit gibi önde gelen sahabeler de vardı.). Ebu Hureyre gibi çokça hadis rivayet eden bazı sahabeler ise yazı bilmezdi, halk adamıydılar.
Medain’deki Sâsânî din adamları da Irak-İran halkını terk edip gidince, İran halkında siyasi ve dinî yapıya karşı bir nefret ve suçlama fikri belirdi. Bu terk ediş, Sâsânî İmparatorluğu’nun yıkılmasının verdiği şokla birleşince, “Madem onlar bizi terk ettiler, biz de onları terk ediyoruz.” anlayışıyla İran’da İslam’a karşı tepkisel bir yönelişe sebep oldu. Bütün İran İslam’a girmeye hazır hâle gelmişti, ancak bunun için Kur’an’ın yazılı hâline ihtiyaç duyuldu.
Bu amaca matuf olarak, Kur’an Mushaf hâlinde cem edildi ve çoğaltıldı. En az bunun kadar önemli bir husus da sonraki dönemde Arap olmayanların da Kur’an’ı okuyabilmelerini teminen yapılan bazı yazılı dil düzenlemeleridir (harekelendirme, noktalama, secavend işaretleri konulması vb.).
Bu çerçevede İranlı münevverlerin samimi gayretleriyle, daha önce göçebe Arap kültürü tarafından yazıya geçirilmesi gecikmiş bulunan Kur’an, çoğaltıldı, yayıldı ve geniş kitlelere ulaştırıldı. Yine