bu devletler görünüşte Abbasî Halifesi’ne bağlı olmakla birlikte, Abbasîler hiçbir zaman bunların üzerinde bir otorite tesis edebilmiş değildi. Zaman zaman bu devletlerin varlığı isyan şekline de dönüşmekte ve Bağdat’ı zor durumda bırakmaktaydı. Büveyhoğulları İsyanı, Mazenderan’daki ayaklanmalar gibi hadiseler bu cümledendir.
O dönemde İslam dünyasının her tarafına yayılmış bulunan fütüvvet mefkûresine bağlı gruplar mevcut idi. Abbasî halifeleri arasında ilk defa 34. Halife en-Nâsır li-dinillah bu fütüvvet ağlarını kendisine bağlamak suretiyle, yani fütüvvet teşkilatını kullanarak, İslam dünyası üzerinde siyasi ve manevi bir otorite kurmaya çalıştı. 47 sene süren halifeliği süresince de bu politikayı başarılı bir şekilde kullandı. Halife en-Nâsır, fütüvvet hareketini yeniden organize ederek, İslam dünyasını kendisine bağlamaya çalışıyordu. Böylece bir Panislamist düşünce hareketinin liderliğini de yapmak istiyor; bu fütüvvet teşkilatı vasıtasıyla da Tevâif’ül-Mülûk üzerinde otoritesini hissettirmeye çalışıyordu. 47 sene boyunca bunu gerçekleştirmek arzusuyla hareket etti. İslam dünyasındaki bütün şeyhler ve bu şeyhlere bağlı olan müritler Halife Nâsır’ın fütüvvet teşkilatı içinde yer almaya özen gösteriyorlardı.
Fakat en-Nâsır’ın ölümünün ardından bu fütüvvet teşkilatı zaafa uğradı, zamanla büyük ölçüde etkisini kaybetti. Fütüvvet teşkilatının da zaafa uğraması ve Abbasîlerin güç kaybetmesi sonucu, Fatımîler, Murabıtlar gibi devletler ortaya çıktı. Bunlar, kendilerini Abbasîlerin siyasi otoritesiyle mukayyet görmeyip zaman zaman Bağdat’a meydan okuyorlardı. Bunların başında Maveraünnehir’deki Haremzşahlar gelmektedir, bu emirlik Abbasî Halifeliğini ortadan kaldırmayı da planlamaktaydı. Tam bu dönemde, Selçuklular zuhur etti. Selçuklular, Abbasî Devleti’nin bu devletlere karşı siyasi ve askerî himayesini üstlendiler. Bundan sonra Abbasî Halifeliği Selçukluların gölgesinde varlığını sürdürmeye başladı. Buna karşılık Mısır’da Fatımîler, halifeliklerini ilan ederek Mısır ve Kuzey Afrika’yı Abbasî Hilafeti’nden ayırmış oldular. Endülüs’te Emevî ailesinden Abdurrahman da halifeliğini ilan ederek Abbasîlere rakip konuma geldi. Bu şekilde, İslam dünyasında aynı anda üç ayrı halifenin hüküm sürdüğü bir dönem yaşandı.
17.
Abbasîler ve Eski Yunan Felsefesi
Maveraünnehir bölgesinde kuvvetli olan Mu’tezile düşünürleri, antik Yunan felsefesine hâkim olan Süryani ilim adamlarıyla da yakın ilişkideydi. Bu ilim adamları, Aristo, Platon gibi eski Yunan filozoflarının eserlerini Süryaniceye çevirmiş, bilimsel mahfillerde dillendirirlerdi. Özellikle İslam’dan hemen önce Anadolu’ya sefer düzenleyen İran Şahı Nuşirevân, dönüş yolunda Suriye ve Mezopotamya tarafından çok sayıda Süryani âlimi de yanında İran coğrafyasına getirmişti. Hatta Cündişapur denilen yerde büyük bir medrese kurarak buraya Süryani ilim adamlarını hoca olarak tayin etmişti.
İslam döneminde de Abbasîler bu faaliyetleri tevarüs ettiler, bilhassa Harun Reşid’in oğlu Me’mun, felsefeye ve eski Yunan filozofların düşüncelerine ilgi duyan bir hükümdardı. Bu dönemde Süryanilerin çeviri faaliyetleri vasıtasıyla eski Yunan felsefesi İslam dünyasına da giriş yapmıştı. Me’mun zamanında, Mısır’da Zünnun el-Mısrî neo-Platonist felsefenin öncüsüydü, ancak sihir vb. suçlamalarla yönetime şikâyet edilmişti. Me’mun, Zünnun’u Bağdat’ta celbetti ve kendisiyle bir süre sohbet etti. Sonuçta, Zünnun’un bir fikir adamı olduğunu ve suçsuz bulunduğunu anlayıp kendi memleketine geri yolladı. Keza Halife Me’mun, dinleri hakkında kendisine bilgi vermeleri için İranlı din adamlarını da huzuruna davet etmiş ve onları dinlemişti. İranlı din adamları Mecusîliği anlatan, Avesta’dan hazırladıkları bir özet raporu Halife’ye ayrıca takdim etmişlerdi.
Me’mun, antik Yunan felsefesine duyduğu ilgiyle, Bağdat’ta bir tercüme akademisi kurdu, burada görevlendirdiği âlimlerin büyük kısmı Süryani’ydi. Beyt’ül-Hikme de denilen bu akademi kanalıyla çok sayıda antik eser Arapçaya çevrildi. Me’mun, bu faaliyetlerin sonucunda Mu’tezile mezhebini devletin resmî görüşü olarak vazetti. Bu dönemden sonra Abbasî Devleti’nin teşkilat yapısı içerisinde önemli Mu’tezili âlimleri görevlendirdi. Meşhur edip Cahız, Nezzam, İbn Cübeyr bu cümleden zikredilebilecek önde gelen Mu’tezilî fikir adamları arasındadır. Mu’tezile mensupları bir süre sonra Süryanilere bağımlı kalmadan Yunancayı da öğrenip eski Yunan filozoflarını müstakilen Arapçaya da çevirdiler. Bu dönem Mu’tezile mezhebinin parlak dönemi olarak da adlandırılır.
Bu yıllarda Mu’tezile mezhebine tepki olarak Eş’ârî akımı ortaya çıktı. İslam dininin inanç esaslarını formalize eden ve kalıplaştıran bir dinî hareketin öncüsü olarak İmam Eş’ârî, mutasavvıflar nezdinde de kabul gördü ve Eş’ârîliğin yaygınlaşmasında büyük ölçüde bu tasavvufi cereyanların etkisi oldu. Me’mun’dan sonra gelen Abbasî halifeleri, Mu’tezile’ye ve onun görüşünü benimseyen Halife Me’mun’a tepki gösterdiler; böylece devlet, bir dönem resmî görüşü olan Mu’tezile’yi bıraktı ve Mu’tezile görüşünde olanlar takibata uğradı. Böylece Mu’tezile mensupları uzak bölgelere göç etmek durumunda kaldı, en fazla kaçtıkları bölge ise Kafkasya ve Harezm bölgeleri oldu.
Bu dönemde İran kökenli ilim adamları Halife’ye danışmanlık görevlerinde de bulunmaktaydılar. İlmî hareketlilik bakımından önem taşıyan bu dönemde; Hindistan’dan gelen ticaret kervanları deniz yoluyla Basra’ya, oradan da Bağdat’a gelirken ticaret mallarının yanında ilim ve fikir de bu kanalla Abbasîlere girmekteydi. İbrahim el-Fezarî İran kökenli bir tüccardır ve astronomide kullanılan temel aletlerden usturlabı, Hint rakamlarını ve bu cümleden olarak sıfırı (0) İslam dünyasıyla tanıştırdı.
18.
Fütüvvet Teşkilatı
İslam’dan önce Cahiliye Arapları arasında fütüvvet makbul bir hasletti. Bu makbul şahsiyetler İslam’dan önce Hılf’ül-Fudul adı altında kendi aralarında bir cemiyet oluşturmuşlardı. Hz. Peygamber de henüz gençken, nübüvvetinden önce bu çevrenin içerisine girmişti. Zira bu cemiyet, o dönemde zayıfları korur ve zenginlerle/ zalimlerle de mücadele ederdi.
İslami döneme gelince İslamiyet içinde de bu fütüvvet ülküsü makbul görülmekteydi. Fütüvvet kelime kökeni olarak “yiğit” anlamındaki “feta” kelimesinden gelmektedir. Hatta bir defasında Hz. Hüseyin ile Emevîler arasında Medine’de ihtilaf çıkıp da Abdullah b. Zübeyr bu ihtilafa muttali olunca, Hüseyin’in yanında yer almış ve Emevîleri tehdit ederek “Vallahi gidip fütüvvet ehline de bu durumu haber veririm ve onlarla birlikte size karşı mücadele ederim.” demişti. Demek ki İslamiyet’in bu döneminde dahi bu fütüvvet kavramı ve etkinliği, makbul bir sosyal çevre olarak yaygındı. Bu ülkü, İslam’ın yayılmasıyla birlikte, bilhassa tasavvufi zümreler arasında yayılma istidadı gösterdi ve tasavvuf üzerinden tüm İslam dünyasına yayıldı.
34. Abbasî Halifesi en-Nâsır li-dinillah zamanına kadar bu durum sürdü. Nâsır, İslam dünyasını siyasi otoritesi altında toplamak amacıyla, tüm fütüvvet teşkilatını kendi denetimi altına almaya ve bu güçle siyasi ideallerini gerçekleştirmeye çalışıyordu. Nâsır, İslam aleminin tüm bölgelerine fütüvvet şeyhleri tayin etmekte ve kendisini de tüm bu fütüvvet teşkilatının lideri/başı olarak görmekteydi. Zira kendisi de Abdülcebbar adında bir fütüvvet şeyhinden el almış bir fütüvvet mensubuydu.
Bu dönemde, belli başlı bölgelere fütüvvet şeyhleri tayin edildiği gibi Anadolu’ya da bir şeyh tayin edildi. Anadolu’ya tayin edilen ilk fütüvvet şeyhi Sadreddin Konevî’nin babası Şeyh Mecidüddin İshak’tır. Bu dönemde,