Emevîlerinin 750 senelik iktidarlarının sonunda, İspanya’nın yerli halkı diğer Avrupalı devletlerin de teşvikiyle Müslüman idaresine karşı başkaldırdılar ve başarılı da oldular. Sonuçta Müslümanları İspanya’dan söküp attılar. Bugün bakıldığında, İber Yarımadası öyle bir hâldedir ki sanki İslamiyet o bölgeye hiç uğramamış gibidir.
13.
İspanya ve Anadolu’nun İslamlaşma Süreçleri
750 yıllık Emevî hâkimiyetinin ardından, İspanya coğrafyasında İslam etkisinin hemen hiç tabana yayılamamasına mukabil, Anadolu’nun Müslümanlaşması bambaşka bir seyir takip etmiştir ve son derece başarılı bir örnek olarak karşımızda durmaktadır.
Bu bağlamda ben, Anadolu Selçuklu Devleti’nin rolünü çok önemsiyorum. Zira sadece 300 sene içerisinde Anadolu gibi devasa bir coğrafya tamamıyla İslamlaştı. Anadolu’da Endülüs’ten farklı olarak yapılan şeylerin en önemlisi, ticari faaliyetlerin bütün Anadolu coğrafyasında yoğun şekilde geliştirilmesiydi.
Anadolu bu dönemde İpek Yolu kanalıyla İslam dünyasıyla Batı arasında bir köprü fonksiyonu gördü. Anadolu’nun İslamlaşmasında bu ticari ağların da büyük rolü vardı. Ticaret ve işlek yollar vasıtasıyla cazibesi artan Anadolu, civar coğrafyalardaki farklı bölgelerden İslam âlimi ve tüccarlar için de bir çekim merkeziydi.
Bu noktada, meşhur tarihçimiz Zeki Velidi’nin enteresan bir tespiti var, kendisi der ki; tarihsel ve normal süreç içinde Doğu’dan (Orta Asya’dan) kopup gelen göçebe ve savaşçıların bir süre sonra Anadolu gibi yüksek Bizans medeniyetine beşiklik etmiş bir kültürde asimile olmaları beklenirdi, ama olmadılar. Bunu Zeki Velidi, Anadolu’ya gelen insanların arasında yoğun şekilde gayrı Türk unsurların (Fars, Arap hatta Hintli seçkinler) var olmasıyla açıklar ve bu karışımın asimilasyonu engellediğini savunur.
Filhakika, bilhassa İranlıların göçler sırasında Anadolu’ya getirdiği yüksek edebî kültür, hâkim Bizans kültür zenginliğine meydan okudu ve galebe de çaldı. Bu meyanda Selçukluların Farsçayı kullanmış olmaları bir eksiklik değil, bilakis hayır ve zenginlikti.
Buna mukabil, Endülüslüler daha mamur şehirlerde yaşamalarına rağmen sahip olunan yüksek bilimsel seviye halka yansıtılamadı, Anadolu’da ise yansıtıldı. İslamiyet İspanya’da şehirlerle sınırlı kalırken, Anadolu’da köylere kadar hâkim oldu.
14.
“Halife” Kavramı ve Siyaseten Kullanımı
Allah, Kur’an’da “yeryüzünde bir halife yaratacağını” söyleyince, melekler kendisine itiraz ederek “Yeryüzünde kan dökecek ve bozgunculuk yapacak bir varlık mı yaratacaksın?” şeklinde mukabele etmişlerdi; Allah ise onlara “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” buyurmuştu.7 Bu ayette halife, esasen “muhalefet eden” anlamındadır ve “hulf” (muhalefet eden, karşı gelen) kökünden gelmektedir; bazılarının sandığı gibi “half” (ardından gelen) anlamında değildir.
Kur’an’da “hulf” ve “half” kelimelerinin çoğulları da birbirinden farklıdır; Kur’an’da “half”in çoğulu “hulefâ” olarak gelir, “hulf” kelimesinin çoğulu ise yine çokça yerde geçer ve “halâif”tir (muhalifler anlamında).
Devleti ve yönetici hanedanları kutsayan bazı çevreler, Davut ve Süleyman Peygamberlerin yeryüzünde Allah’ın vekili (halifesi) olduklarını, O’nu temsilen yeryüzünde icraatta bulunduklarını düşünürler (Yahudiler de bu inanca sahiptir.).
Bu anlayışı getirip Abbasî halifelerine atfedilen sıfatlara (zıllullah fi’l-arz vb. yakıştırmalar) uyarladığınızda, aynı sonucun ortaya çıktığını görürsünüz. Bu yüzden halifelere karşı gelmek ve onlara isyan etmek, küfürle eş anlamlı sayılmış ve muhaliflerin katli mübah (hatta vacip) sayılmıştır. Abbasîler döneminde muhalif hareketlere uygulanan baskıların şiddetli olmasının arka planında, bu meşrulaştırıcı zihniyet yatmaktadır.
15.
Şii ve Sünni Hadis Okulları ve Siyasetle İlişkileri
İktidara yakın oldukları dönemlerde ve kendi zihniyetlerine ittiba edilmesini sağlamak amacıyla, İrani çevreler zaman zaman hadis “imal” etmekte ve bundan çok da istifade etmekteydiler. Bu zümreler, Abbasî Devleti’yle yakın oldukları dönemde, Abbasî Hilafeti’ni teyit etmek ve meşrulaştırmak için hadisler uyduruyordu. “Kutsi hadis” denilerek daha muteber kılıf içinde takdim edilen bazı sözlerde, örneğin “el-halifetu zillullah fil-arz” (Halife yeryüzünde Allah’ın gölgesidir) gibi uydurma hadislerde, Şii düşüncesi Abbasî idaresiyle iç içe geçiyordu. “İki halifeye biat edilmişse, sonradan ortaya çıkanı öldürün” sözü de keza Abbasîlere karşı halifelikte hak iddia edenleri ortadan kaldırmak için uydurulmuştu. Benzer şekilde “el-halifetu min’el-Kureyş” sözü de bu dönemde uydurulmuş ve halifelerin sadece Kureyş kabilesinden olabileceğini işaret eden bir sözdü.
Sonraki dönemlerde, örneğin Safevîlerdeki Şii ulema da hadis uydurmacılığı işine tevessül etti, kendi Şii sistematiklerini ve Safevî siyasi otoritesini inşa ederken, başta Meclisî ve Küleynî olmak üzere Şii ulema tarafından çok sayıda hadis “imal” edildi.
Bu dönemde hadis külliyatlarında Abbasîleri teyit eden yüzlerce benzer söz ve uydurma hadis bulunabilir. Şiiler tarafından uydurulan bu sözler Abbasî yanlısı Sünni çevreler tarafından da zevkle kullanılıyordu.
Sonraki dönemlerde Sünni devlet telakkisi ve zihniyetini sistemleştiren zat, Ahkam-us Sultaniyye ve Edeb-üd Dünya ve’d-Din başlıklı kitaplarıyla, Şafii usul ve esasları içinde halifeliğin siyasi teorisini kuran İmam Mâverdî’dir. Sonradan Edebü’l-Kâdî yazarı Tahâvî de Sünni zihniyet içinde şeriat ve siyasetin usul ve esaslarını belirledi.
Sünni hadis ekolleri içinde, Kütüb-ü Sitte olarak bilinen makbul altı hadis kitabının yazarları olan Buharî, Müslim, Tirmizî, İbn Mâce, Ebu Davud ve Nesaî gibi âlimlerin hepsi de Horasan kökenlidir ve Samanoğulları Devleti’nin gölgesinde yaşamış insanlardır. Bu hadis âlimlerinin eserlerinde de Şii hadisçilerde olduğu gibi Avesta’dan alıntıların yanı sıra siyasi otoriteyi meşrulaştırmak için uydurulan hadisler de yer almaktadır. Örneğin, son dönemde çokça tartışılan deve sidiğine dair hadis olarak nakledilen sözün aslı, doğrudan Avesta’dan alınmadır. Mehdi ile ilgili hadisler (ki Kütüb-ü Sitte’nin tamamında vardır), hemen hepsi Avesta ve Ardavirafnâme’den alınma rivayetlerdir.
Bu mesele çok geniş bir konudur. Bir defasında, İlahiyat Fakültesi’ndeki hocalara Ardavirafnâme’yi ve orada anlatılan Zerdüşt’ün miracını anlattım. Bunun üzerine, hadis profesörü olan bir zat, “Bizim Peygamber’imizin miracını kopya ederek Ardavirafnâme’yi uydurmuşlardır.” dedi. Bu eserin MS 230-240 yıllarında yazılan bir eser olduğunu söylemem üzerine “Olsun” diyerek mukabelede bulundu. Bu zihniyette olan insanlara ne anlatabilirsiniz?
16.
Tevâif’ül-Mülûk Devletleri ve Abbasîler
Büyük Selçuklu Devleti ortaya çıkmadan önce İslam dünyasının Hindistan’dan başlayıp Atlas Okyanusu’na kadar uzanan coğrafyasında muhtelif devletlerin ortaya çıktıkları bilinmektedir. Gerçi Emevîler dönemi ve Abbasîlerin ilk döneminde bu iki imparatorluğun siyasi otoriteleri bu geniş alanda hissedilmekteydi. Ancak daha sonra Abbasî Devleti’nin zaafa uğraması ve farklı milletlerin Abbasî coğrafyasında kendilerini hissettirmeleri sonucunda muhtelif