Bağdat inşa edildikten sonra bu şehri İrani bir usulle dizayn edip tam bir İran payitahtı haline getirdiler. Claude Cahen gibi Batılı yazarlar, Abbasî Devleti’nin başında her ne kadar Arap kökenli bir aile varsa da devletin yönetimi, şehirlerin dizaynı gibi önemli esasların tümüyle İrani usulde geliştirildiğini kaydeder. Nitekim bir süre sonra İran-Sâsânî devlet teşkilatından alınan vezirlik sistemiyle bu etki perçinlendi. İranlı Bermekoğulları bu sistemin kurucusudur.6 Abbasoğullarına kutsiyet vasfının giydirilmesi ve hadisler uydurularak bunun perçinlenmesi, İran etkisinin bir başka önemli boyutudur.
Yine İran coğrafyasındaki bu çevreler ve Türkler gibi siyasi güç sahipleri, Abbasî halifelerini, bir dönemde koca bir imparatorluk coğrafyasında devletlerin yöneticilerini onaylayan manevi bir otorite olarak algıladı ve bu çerçevede kabullendi. Bu nedenle de örneğin Selçuklu Türkleri Bağdat’a gelip halifeliğin koruyucusu olmakta bir beis görmedi. Samarra’da Abbasîlerin Türklerden oluşan geniş muhafız birlikleri mevcuttu.
Bu bağlamda, Selçukluların, Abbasî hanedanını koruma misyonuna karşılık, Halife de Tuğrul Bey’e “sultan-ı devle” unvanı verdi, kendileri de “sultan-ı din” unvanını kullandı. Bu düalist anlayış laiklik olarak da nitelendirilebilir. Zeki Velidi Togan’ın da bu ilişkiyi tanımlarken ifade ettiği gibi bu “Türk tipi laiklik”tir. Zaten bazı Avrupalı çevreler de laikliği Doğu’dan aldıklarını kabul ederler, “Doğu Laisizmi” denilirken kastedilen de bu modeldir.
Abbasîlerde ilk defa en-Nâsır-Lidinillah din ve dünya sultanlığını kendi şahsında birleştirmeye çalıştı, yarım asra yaklaşan uzun iktidarında bunu gerçekleştirmek için gayret etti ve bu yolda fütüvvet teşkilatının yanı sıra, tasavvufi çevreleri de seferber etti. Fütüvvet önderleri ve tarikat şeyhleri Abbasî Halifesi’ne bağlı olarak faaliyet gösterdiler. Bu şeyhlerden birini de kendisine özel sekreter yapmıştı. Meşhur mutasavvıf Şahabeddin es-Sühreverdî tam anlamıyla Halife en-Nâsır’ın bir nevi özel kalem müdürü olarak faaliyet gösterdi. Bu makam vasıtasıyla beldelere şeyhler tayin ediyorlardı. Manevi makamlar için Abbasî ailesince âdeta menşur dağıtılıyordu ve ondan icazet almayan kişi şeyhlik yapamaz durumdaydı.
Bununla birlikte Abbasîlerin bu dinî yapılanmasına Harezmşahlar itaat etmediler, zira Harezm sultanları “sultan-ı dünya” unvanının kendilerine verilmesini istiyorlardı, bu şekilde çevrelerindeki beylikleri de kendilerine itaat ettirmek niyetindeydiler; hâlbuki Abbasîler artık bu unvanı da kendileri kullanmak kararındaydılar. Bu bağlamda, Abbasî Halifesi en-Nâsır-Lidinillah, Cengiz Han’a elçiler göndererek, Harezmşahlara karşı siyasi ittifak arayışına dahi girdi. Bu şekilde Cengiz Han’ın Harezmşahlar ülkesi üzerine yürümesini de teşvik etti. Bu yüzden, pek çok İslami yazar ve müverrih, Halife en-Nâsır’a lanet yağdırır. Meşhur tarihçi İbn Esir, Moğolların İslam aleminin başına en-Nâsır tarafından bela edildiğini savunur.
Halife, Şeyh Mecidüddin Bağdadî’yi Muhammed Harezmşah’ı katlettirmek üzere o bölgeye gönderdi, Bağdadî Harezm’e gidince Muhammed’in annesiyle irtibat kurdu; ancak onun bu projesi ortaya çıkarılınca Sultan Muhammed tarafından 1213’te öldürüldü, Sultan’ın annesi de bu komplo nedeniyle cezalandırıldı. Ancak Harezmşah, nüfuzlu Şeyh Mecidüddin’i idam ettirerek bu sefer tasavvuf çevrelerini karşısına almış oldu.
En-Nâsır’dan sonra gelen halifeler onun kadar başarılı olamadılar; Moğollar birtakım yerleri istila ederlerken Harezmşahları da ortadan kaldırdılar. Cengiz’in torunu Hülagu çok geniş bir devlet kurmak istiyordu, Türklerde de bu anlayış “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi” olarak nitelendirilir. Hülagu bütün Anadolu ve İran’ı zapt etti ama karşısında Abbasî Halifeliği vardı, onu da ortadan kaldırıp Mısır’a geçmeyi düşlüyordu. Bu yüzden de kuvvetlerini topladı ve 1258’de Bağdat kuşatmasının ardından Abbasî Devleti’ni yok edip, Bağdat Halifeliği’ne de son vermiş oldu. Suriye’yi alıp Şam yakınlarına kadar geldi, ancak Memlûk Sultanı Baybars 1260 yılında, Şam’ın kuzeyindeki Ayn Calud’da Moğol akınlarını durdurdu, Moğol Başkomutanı Buğra Han’ı idam etti. Bu savaşın neticesi olarak Hülagu Han Mısır’ı fethetme düşünden geri adım atmak zorunda kaldı. Bu yenilgi, Moğolların o vakte kadar aldıkları ilk ve en büyük hezimetti.
11.
İspanya’nın Müslüman Fatihlerce Fethi
Musa b. Nusayr Kuzey Afrika’da genel valilik görevindeyken bölge halkı Hristiyan Berberilerden oluşuyordu, Musa bu Berberilere İslam’ı anlattı. Kendisi de Hristiyan kökenli olduğu için tebliğ faaliyetleri daha da başarılı oldu ve Berberiler ona büyük bir rağbet gösterdi, İslamiyet Kuzey Afrika’da çığ gibi büyüdü.
Musa’nın bu faaliyetleri sırasında, İspanya’daki taht mücadelelerinde yenik düşen bir prens Müslümanlardan destek almak amacıyla Musa ile irtibat kurdu. Musa b. Nusayr bunun üzerine bir ordu teşkil ederek Cebel-i Tarık denilen yerden bu orduyu İber Yarımadası’na geçirdi.
O dönemde Gotlar arasında taht mücadelesi bulunduğu için Tarık b. Ziyad büyük bir başarı elde etti. Tarık, Vizigotlarla savaş alanındayken bir ara ordusu dağılmaya yüz tutar ve askerlerine seslenerek, “Arkanız denizdir, karşınız da düşman; denizde boğulmak yerine düşmanın karşısında ölüp şehit olun.” sözleriyle ordusunu motive edip, yeniden toparladı, düşmanı yenilgiye uğratarak Madrid’i zapt etti.
Musa b. Nusayr, Afrika’dan Tarık’a bir mektup yazarak daha öteye geçmemesini söyleyip, kendisini beklemesini bildirdi. Tarık ise Got ordusunu etkin şekilde takip amacıyla Musa’nın emrini dinlemeden yoluna devam etti. Musa da İspanya’ya geçti ve Pireneler’e kadar tüm İber Yarımadası’nı fethettiler. Ancak Musa ile Tarık arasına bir kez kırgınlık girmişti.
Vizigotların sarayında 36 ayağı bulunan bir masa bulunduğu ve bunun Süleyman Peygamber’den kaldığı düşünülürdü. Savaş tamamlanıp da buradan elde edilen ganimetler Emevîlere gönderildiği zaman, bu masa da ganimetler arasında en kıymetli nesne olarak gönderildi. Bu masa gönderilirken, Musa tarafından kendi ganimeti olarak gönderildi. Tarık da Emevîlere bu masanın kendisi tarafından ele geçirildiğini ve kendi ganimetleri arasında olduğunu ifade etti. Musa ise Tarık’la aralarındaki ihtilaftan dolayı onu tutukladı. Emevî Halifesi bu iki komutanı barıştırmak için huzuruna çağırdı, Tarık o masayı ele geçirdiğinde ayaklarından birini koparıp yanında tutmuştu; muhakeme edildiklerinde o masa ayağını ortaya koyup Musa’yı yalancı çıkardı.
Musa b. Nusayr bu hadiseden dolayı çok büyük bir kırgınlık yaşadı. Emevîlerin yaptığı en büyük kötülüklerden biri de bu iki değerli komutanın birbirine düşmesi ve bu ayrılığın Avrupa’da İslam’ın yayılmasına ket vurmasıdır.
12.
Endülüs Emevîleri
Emevîlerden Abdurrahman adında bir prens, Ebu Müslim ve Abbasîlerin katliamından kaçıp kurtularak İspanya’ya gitmişti. Abdurrahman orada çok iyi karşılandı ve emir olarak kabul gördü. Böylece Endülüs Emevîleri denilen devlet Abdurrahman eliyle teşkil edilmiş oluyordu. Bu devletin yöneticileri, İspanya’da yeni imar faaliyetlerinde bulundular, ülkeyi mamur hâle getirdiler; bilhassa bilimsel anlamda büyük gelişmeler oldu, oluşan parlak medeniyet tüm Avrupa’yı etkisi altına aldı.
Bu devletin yapısı içerisinde çeşitli zümreler etkindi, özellikle Yahudiler ön plandaydı, örneğin İbn Şeflud etkili bir vezirdi. Bu etkileşimden çok sayıda ilim adamı yetişti, Avrupa da İslam medeniyetini büyük ölçüde Endülüs üzerinden tanıdı. Bu ilim adamları Kuzey Afrika’ya da geçti, bu bölgede de Endülüslü âlimlerin etkisi yoğundu. Kuzey Afrika, Abbasî