Mikâil Bayram

Mikâil Bayram’ın Aynasında 99 Kavram


Скачать книгу

halkı, Arap fetihleri sürecinde kendilerini terk eden hükümdar ve yönetici sınıfına kırgınlıktan İslam’ı daha kolay kabullendi. İbn Mukaffa ve diğer üst sınıf ilim adamları bu ihtiyaca cevap vermek için Kur’an’ı öğrenip harekelendirdiler. İkinci olarak İranlı âlimler Arapçanın gramerini hazırladılar, ilk Arapça dil grameri İranlı Sîbeveyhî’ye aittir.

      Keza İslam öncesi Cahiliye dönemi Arap şiirini derleyenler de Ahfeş gibi İranlılardır. Ahfeş, vezinlerine göre Arap şiirini kategorize etti; Halil bin Ahmed aruz veznini kurduğu gibi Arap şiirindeki ahengi dille uyumlu ahenkler hâlinde âdeta besteledi ve Farsça şiir-dil sistemine uyumlu hâle getirdi. Bir kısım İranlılar çöllere giderek Arap dilinin köklerini ve kelime kullanım biçimlerini inceliyorlardı; bir nevi oryantalist bir çabayla yeniden dili oluşturdular.

      Buna ilaveten, yeni Müslüman olanlar (gayrı-Arap zümreler), İslam dininin yapısını kavramak için bu inanç sisteminin nasıl bir din olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Bu ihtiyacı duyan insanlar, İslam’ın özünü, usul ve esaslarını belirlemek amacıyla hadis derlemesine koyuldular. Zaman içinde bu İranlı râviler, İmam Malik, Ahmed bin Hanbel gibi bazı Arapları da bu yönde motive ettiler. Hadisçilerin bütün bu derleme çalışmaları Samanoğulları hükümdarlığı zamanına denk gelir; Abbasîler de bu devletle iyi ilişkiler içinde olup onların himaye ettiği bu faaliyetleri kendileri de desteklediler. Samanoğulları coğrafyasında bazı âlimler hadis derleyiciliğiyle uğraştılar, Abbasîler onların bu çabasını resmen tanıyıp meşru sayarken, diğer bazı derlemeleri gayrimeşru sayıp reddettiler. Kütüb-ü Sitte adı verilen büyük hadis kitapları büyük oranda bu yöndeki bir gayret ve teşvikin ürünüdür; madden de desteklenmiş ve himaye edilmiştir. Buhârî, Müslim, Nesâî, İbn Mâce, Tirmizî, Ebu Davud gibi büyük hadisçiler hep Samanoğulları coğrafyasının çocuklarıdır. Sonraki dönemde de Sünni Müslümanlar bu isimleri gerçek râvi ve derleme kabul edip, Kütüb-ü Sitte adı altında benimsediler. Bu hadisçilere “ehl-ül hadis” denilirdi ve amellerinde de hadislerde rivayet edildiği şekilde hareket ederlerdi.

      Bu hadisçiler, İran coğrafyasının çocukları olduğu için eski Mecusî kültürü ve Avesta’ya vâkıf insanlardı; bu nedenlerle derledikleri hadis kitaplarında kadim İran kültürüne dair unsurların bulunması tabiidir. Örneğin, Buharî’nin kitabında Hz. Peygamber’in deve sidiğinin insanlara şifa olduğunu söylediği kaydedilir, bu Avesta’dan alınma bir ifadedir. Bir diğer örnek Mehdi ile ilgili hadislerdir; bunlar da keza Avesta ve eski İran kültürüne dair hususlardır. Keza bu insanlar Ardavirafnâme’ye de vâkıf kişilerdi, bilhassa Miraç bahsi ve rivayetlerinde Ardavirafnâme etkisi yoğun bir şekilde görülür. Ardaviraf’ın göğe doğru seyahatiyle, Hz. Peygamber’in Miraç’a yükseltilmesi rivayetleri ve seyahatin mertebeleri çoğu yerde birebir örtüşmektedir. Bizzat “sırat” kelimesi de Avesta kaynaklıdır, ayrıca cennet-cehennem-sırat anlatıları doğrudan örtüşmektedir. Bu malzemeler Dante’nin İlahi Komedya’sında da kullanılır.

      8.

      İslam’ın İlk Döneminde Zühd ve Zahidler

      Hz. Ömer zamanında İslam orduları fetihlere çıktı, bu adımlar sonucunda Atlas Okyanusu’ndan Hindikuş Dağları’na kadar İslam orduları yol aldı. Bu seferlere çıkan sahabe nesli yaşlandıkça uzak seferlere gidememeye başladı ve bulundukları yerlerde Kur’an hıfzı yapılan ufak mescitler kurdular. Buralarda hem yeni nesle Kur’an’ı ezberletiyor hem de İslam’ın fiilî yaşayışını uygulamalı olarak öğretiyorlardı. Mutasavvıflar kendilerini bu zahidlere atfederlerse de bu tamamen yanlış ve uydurmadır; zahidlerin duygu ve düşünce dünyasıyla mutasavvıflarınki tamamen farklıdır.

      Basra civarında, Suriye’nin güneyinde bu zahid sahabeler ve Tabiin nesli yoğun şekilde faaliyet göstermekteydi; örneğin Enes b. Malik Basra’da, Bilal Habeşi Şam’da, Hz. Osman’ın yeğeni Ukbe b. Nafi Atlas Okyanusu kıyısında Fas’ta, Hz. Ali’nin torunlarından Muhammed Bakır ve Cafer Sadık Irak coğrafyasında, Hz. Hüseyin’in torunu Zeyd b. Ali Kufe civarında bu şekilde faaliyet gösteren ilk dönem zahidleri arasındaydı. Keza Mısır ve Kuzey Afrika’da da sahabe neslinden faal zahidler vardı. Musa b. Nusayr, Halid b. Velid’in yetiştirmesi bir adamdı ve Emevîlerin Kuzey Afrika Valiliği görevinde bulundu, aynı zamanda abid ve zahid bir insandı.

      Hasan Basri ve Rabia el-Adeviyye bu ilk neslin el verdiği önemli Tabiin zahidleri arasındaydı. Hafızlık geleneği bugün İslam dünyasının her tarafında etkili bir şekilde varlığını sürdürüyorsa bu geleneğin oluşumunda ilk dönem zahidlerine çok şey borçludur. Bu neslin, Kur’an’ın hıfzedilmesi ve bilahare kayıt altına alınması bağlamında çok önemli hizmetleri olmuştur. Kur’an-ı Kerim’in on beş asırdır kuşaktan kuşağa intikalini sağlayan da işte bu nesildir.

      Günümüz İslam dünyasında bu ilk dönem zahidler meselesi gözden kaçmış ve üzerinde çalışılmamış bir konudur. Sonraki nevzuhur sufiler ve mutasavvıflar çokça tez konusu yapılıp çalışılmasına rağmen, İslam’ın muhafazasında çok önemli rol oynayan bu ilk dönem zahidleri üzerinde ayrıntılı çalışmalar hâlâ yapılmamış durumdadır.

      9.

      Emevîler

      Ümeyyeoğulları, Cahiliyye çağından beri Haşimoğullarıyla zıtlaşma içindeydiler, Mekke’nin yönetimini ele geçirmek bu mücadelenin ana motivasyon unsuruydu. Ümeyyeoğulları, İslam’ın gelişinden sonra da Medine’de meydana gelen İslam Devleti’ne karşı bir mücadele sürdürdüler. Bedir Savaşı’nda Ali’nin, Ebu Süfyan’ın kudretli oğlu Hanzele’yi öldürmesi, Ümeyyeoğullarında Ali’ye ve Haşimoğullarına karşı tazelenmiş bir kin ve nefret oluşturdu; bunun etrafından güçlü bir asabiyye bağlılığı ortaya çıktı.

      Bunun bir devamı mahiyetinde, Hz. Osman’ın halife seçilmesi sırasında eğer Hz. Ali seçilmiş olsaydı, Ümeyyeoğulları daha o zaman isyan edip bayrak açacaklardı. Fakat Abdurrahman b. Avf’ın sezgisi ve bu tehlikeyi keşfetmesi, şûrâ esnasında oyunu Hz. Osman lehine kullanmasını ve neticede Hz. Ali’nin halife seçilmesini önlemiş oldu. Böylece bu isyan da önlenebildi.

      Vâkıâ, daha sonra Ali emir’ül-müminin olduysa da bu andan itibaren Ümeyyeoğulları Ali’ye karşı cephe aldı ve Şam Valisi Muaviye, Ali’ye itaat etmeyerek onu mağlup etti; ardından da tam nasyonalist bir devlet kurdu. Muaviye’nin kurduğu devlette Ümeyyeoğullarının iktidarın sahibi olduklarını vurguladılar ve devlet yapısı içerisinde Ümeyyeoğullarından olan veya onlarla uyumlu çalışabilecek insanlara görev verdiler. İşte bu nasyonalist devlet Arap olmayanları dışladı, bu devletin en belirgin meziyeti, asabiyyeci yanı ve Ümeyyeoğullarından olmayanları dışlayıcı tavrıdır.

      Buna karşı Hz. Ali, Emevîlerle mücadele edebilmek için Kufe’ye davet edildi, Kufe o dönemde çok önemli bir İran askeri garnizonuydu. Bu İran garnizonuna mensup olan insanlar Ali’yi bilinçli bir şekilde ve özel bir maksatla oraya davet etmişlerdi. Burada bir iktidar oluşturup Şamlılarla mücadele etmeyi planladılar. Böylece, İslam öncesi dönemdeki Roma-Bizans İmparatorluğuyla Sâsânî İmparatorluğu mücadelesinin yeni bir versiyonunu şekillendirdiler.

      Nitekim henüz o dönemlerde Hz. Ali’nin evlatlarına şah demeye başlamışlardı. Ali’nin oğlu Hüseyin’in hakkını savunurlarken dahi, aslında Hüseyin’in değil de onun eşi olan, son Şah Yezdicerd’in kızı Şehrbânu’nun hakkını savunuyorlardı. Çünkü Hüseyin onlar için damad-ı şehriyârî5 idi ve son şahları Yezdicerd’e varisliğine atıf yapıyorlardı. 1960’larda Bağdat’a gittiğimde, Şiilerin taziyelerinde Hüseyin için “Damad-ı şehriyârı öldürdüler!” nidalarıyla