Лев Толстой

Savaş ve Barış I. Cilt


Скачать книгу

güç zapt eden Kont’a kolunu uzatırken “Sanırım artık yemeğe oturabiliriz.” dedi.

      Kont’la Mariya Dmitriyevna, kol kola sofraya doğru yürüdüler. Onların hemen ardından, Hafif Süvari Alayı Kumandanı’nın kolunda Kontes Rostof ilerliyordu. Onları da Anna Mihailovna ile Şinşin ve Berg’le Vera izlemekteydi. Güler yüzlü Jülia Karagina, Nikolay’la birlikteydi. Daha sonra da salon boyunca öbür çiftler, onların ardından çocuklar, eğitmenler ve dadılar yürüdüler.

      Uşaklar hareketlenmiş, konuşmaya koyulmuşlardı şimdi. Geri çekilip itilen sandalyelerin gıcırtısı kaplamıştı ortalığı. Çok geçmeden de Kont’un balkonda hazır bekleyen özel orkestrası çalmaya başlayacak ve konuklar yerlerini alacaktı.

      Müziğin ilk nağmelerine bıçak ve çatalların şıkırtısı karışmakta; onlar da konuşmaların, uşakların ayak seslerinin uğultusu içinde eriyip gitmekteydi.

      Masanın bir ucunda Kontes yer almıştı. Sağında Mariya Dmitriyevna, solunda Anna Mihailovna vardı. Onları öbür hanımlar izliyordu.

      Masanın öbür ucunda ise sağında Hafif Süvari Alayı Kumandanı, solunda Şinşin olmak üzere Kont oturuyordu. Daha sonra da erkek konuklar sıralanmışlardı.

      Daha ileride, uzun masanın bir yanında, başta Vera ile Berg ve Boris’le Piyer olmak üzere gençler; öbür yanında da çocuklar, dadılar ve eğitmenler oturmaktaydı.

      Kont, bir yandan konuklarına ve tabii kendisine de içki koyarken bir yandan da billur kadehlerin, sürahilerin ve meyve tabaklarının arasından başına gök mavisi şeritlerle süslü uzun bir hotoz geçirmiş olan karısını seyretmekten geri durmuyordu. Kontes de bir yandan ev sahibesi görevlerini yerine getirirken öte yandan da ananasların ardından kocasına anlamlı bakışlar atmakta; Kont’un kıpkırmızı olmuş dazlak kafası ve çehresiyle ağarmış saçları arasındaki karşıtlığın bu akşam daha da belirginleştiğini düşünmekteydi…

      Kadınlar tarafında düzenli şekilde süregelen bir gevezelik, inişsiz çıkışsız bir şırıltı hâlinde akıp gidiyordu. Erkekler tarafında ise sesler gittikçe biraz daha yükselmekteydi. Özellikle de Kont tarafından öbür konuklara örnek olarak sunuldukça yiyip içen, yiyip içtikçe de heyecanlanıp kızaran Hafif Süvari Alayı Albayı’nın sesi…

      Berg, sevgi dolu bir gülümseyişle aşkın dünyevi değil uhrevi bir duygu olduğunu söylemekteydi Vera’ya. Boris, yeni dostu Piyer’e konukların adlarını sıralamakta; aynı zamanda da tam karşısında oturan Nataşa’yla bakışmaktaydı. Piyer az konuşuyor, karşısındaki yeni yüzleri inceliyor ve çok yiyordu. Nitekim â la tortue186 çorbadan balıklı böreğe ve dağ tavuğu kızartmasına kadar bütün yemeklerden aldığı gibi yemeklerin yanı sıra sunulan şarapların da hiçbirini geri çevirmemişti. Gerçekten de Piyer, metrdotelin gizemli bir edayla yanındaki adamın omuzu üzerinden eğilip “dry Madera” ya da “Tokay” ya da “Ren şarabı” diye fısıldıyarak uzattığı peçeteye sarılı şişelerden, her kuverin önünde sıralı ve Kont’un monogramını taşıyan dört billur kadehten ilk eline geleni kavrayıp ayrı ayrı tatmıştı. Karşısında Nataşa, on üç yaşındaki kızlar ilk öpüştükleri ve sırılsıklam âşık oldukları delikanlıya nasıl bakarlarsa öyle bakıyordu Boris’e. Bu aynı bakış, bazen Piyer’e de yöneliyordu. Ve Piyer, gözleri ışıl ışıl gülen bu sevimli küçük kızın karşısında nedenini kestiremediği bir gülme arzusuna kapılmaktaydı.

      Nikolay, Sonya’nın bir hayli uzağında, Jülia Karagina’nın yanında yer almıştı ve yine o aynı -kendisine rağmen içinden taşıp gelen- gülümseyişle konuşuyordu genç kızla. Sonya da gülümsüyordu. Ama bu, tamamıyla göstermelik bir gülümseyişti; kıskançlıktan içi içini kemirmekteydi aslında. Bir solup bir kızararak Nikolay’la Jülia’nın konuştuklarını işitebilmek için çırpınmaktaydı. Dadı kadın, kaygılı bakışlarla süzüyordu çevresini. Çocuklara en ufak bir kötülüğe yeltenecek olanların üzerine kartal gibi çullanmaya hazırdı. Sofradaki bütün yemekleri, tatlı ve şarap çeşitlerini, Almanya’daki ailesine yazacağı mektupta anlatabilme amacıyla sadece adlarıyla değil; özellikleriyle de hafızasına kazımak için çırpınan Alman eğitmense yemeklerin, çerezlerin ve şarapların bütün çeşitlerini hatırında tutmaya çalışıyor, peçeteye sarılı şişe ile şarap sunan sofracıbaşının onu atlamasına çok içerliyordu. Kaşlarını çattı, zaten almak istememiş fakat şarabın ona hararetini, açgözlülüğünü gidermek için değil; sadece tadını çok merak etmesi dolayısıyla lazım olduğunu, kimsenin anlamamak istemesine gücenmiş gibi bir tavır takınmaya gayret etmişti.

      XVI

      Erkekler tarafında sohbet yavaş yavaş koyulaşmakta, koyulaştıkça da kızışmaktaydı. Albay’ın söylediğine göre, savaş ilanını içeren bildirge Petersburg’da yayımlanmış ve metnin bir örneği de bugün bir özel kurye tarafından askerî valiye iletilmiş bulunuyordu.

      Bu haber üzerine dayanamayıp sordu Şinşin:

      “Ne demeye savaşmaya kalkışıyoruz biz şimdi Napolyon’la durup dururken? Niye yani, niye? Il a déjà rabattu le caquet à l’Autriche. Je crains que cette fois ce ne soit notre tour.”187

      Uzun boylu, iri yarı, kanlı canlı bir Alman’dı Albay; görüldüğü kadarıyla da şevkli bir asker ve kusursuz bir yurtseverdi. Şinşin’in sözleri incitmişti onu. Yabancı kökenli olduğunu belli eden bir şekilde konuşarak cevap verdi:

      “Niye mi dediniz, bayım? İmparator bilir niye olduğunu. Yayımladığı bildirgede, Rusya’yı tehdit eden tehlikeler karşısında kayıtsız kalamayacağını ve gerek imparatorluğunun güvenliğini sağlamak gerekse kendi onurunun ve imza koyduğu ittifakların…”

      Nedendir bilinmez, bu sözcüğü tüm sorunun çözümü onun içinde gizliymiş gibi üzerine iyice basarak söylemiş; sonra da resmî görevlilerin şaşmaz belleğiyle, İmparator bildirgesinin giriş bölümünü aktarmaya devam etmişti:

      (…) Kutsal karakterini koruyup sürdürmek zorunluluğunun yanı sıra, biricik ve kesin amaç olarak kabul ettiği, Avrupa’da barışı sarsılmaz sağlam temellere oturtmak iradesinin kendisini, bugün, Rus ordusunun bir kısmına sınırı aşma emrini verme ve niyetlerini gerçekleştirme doğrultusunda yeni çabalarda bulunma kararını almaya sürüklediğini söylüyor.

      Burada bir an durdu Albay. Bardağındaki şarabı bir dikişte yuvarladıktan sonra göz ucuyla Kont’un kendisini onaylayıp onaylamadığını da kontrol ederek resmî bir tonla sonlandırdı konuşmasını:

      “Niçin Napolyon’la savaşacağımızı sormuştunuz, bayım. İşte bunun için!”

      Kaşlarını çatıp gülümseyerek sordu Şinşin:

      “Connaissezvous le proverbe;188 Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma. Cela nous convient.189 Suvorof gibi koskoca bir komutan bile â plate couture190 yenilmekten kurtulamadı! Kaldı ki gösterin bana bugün, nerede hani bugünkü Suvoroflarımız? Je vous demande un peu!”191

      Albay, yumruk yaptığı elini masaya vurarak cevaba başladı:

      “Bize düşen, kanımızın son damlasına kadar vuruşmak ve İmparator’umuz uğruna can vermektir. Her şey düzelir işte o zaman… Bir şey daha gerekli her şeyin düzelmesi için: Elden geldiğince az düşünmek…”

      “Elden geldiğince az” deyişini özellikle çekip uzatmıştı Albay. Yine