bol bol konuşmaya başlardı. Şimdi olduğu gibi:
“Benim durumumu göz önüne alın, Piyotr Nikolaiç. Eğer ben süvari olmuş olsaydım, teğmen rütbesiyle dahi üç aylık olarak iki yüz rubleden fazla para alamayacaktım; oysa şimdi tam iki yüz otuz ruble alıyorum, üç ayda…”
Bunu söylerken Şinşin’e ve Kont’a neşeyle gülümsemişti, onun başarılarının herkes tarafından canıgönülden arzulandığına kesin güveni vardı. Şöyle devam etti:
“Dahası var, Pyotr Nikolaiç. Muhafız Alayı’na geçmek, durumumu bir kat daha parlaklaştırıyor çünkü Muhafız Alayı’nda piyadeler çok daha çabuk terfi ediyor. Sonra düşünün ki iki yüz otuz rubleyle gül gibi geçiniyorum…”
Ve çubuğunun dumanını büyük bir halka hâlinde üfleyerek sonlandırdı sözlerini:
“Bir miktar para biriktirebildiğim gibi, biraz da babama gönderebiliyorum.”
Çubuğunun süsüyle oynayarak mırıldanır gibi konuştu Şinşin:
“La balance yest…178 Comme dit le proverbe:179 Başı sıkışan Alman, iğne deliğinden geçer.”
Kont’a göz kırpmaktan geri durmamıştı. Ve Kont koyuvermişti kahkahayı. Onun güldüğünü gören bazı konuklar, sohbeti Şinşin’in yönettiğini anlayınca hemen yaklaşıp Berg’i dinlemeye koyuldular. O da Muhafız Alayı’na geçişi sayesinde harp okulundan gelme arkadaşlarına oranla rütbe bakımından bir derece ileride bulunduğunu; savaş sırasında bir bölük kumandanı öldürüldüğü takdirde, en üst rütbede oluşu dolayısıyla kendisinin kumandanlığa atanabileceğini; alaydaki herkesin onu pek sevdiğini ve de babasının ondan ne kadar hoşnut olduğunu anlattı da anlattı; dinleyenlerin alay ettiğinin ya da ilgisiz kaldığının farkına varmaksızın… Gelgelelim bütün bunları anlatırken âdeta kendinden geçmekte ve başkalarının başka konulara da ilgi duyabileceğini unutmaktaydı. Ama öylesine kibar, öylesine ağırbaşlı bir anlatışı vardı ve henüz oluşan bencilliğinin çocuksu karakteri öylesine meydandaydı ki eli kolu bağlı kalan dinleyiciler ister istemez yumuşayıp yatışıyorlardı sonunda.
Nitekim Şinşin, ayaklarını sedirden yere indirirken “Hiç üzülmeyin, azizim…” dedi genç subaya, dostça sırtını sıvazlayarak. “İster piyade ister süvari sınıfında olun, hiç önemi yok; sizin her yerde yolunuz açık. Dediydi dersiniz!”
Sevinçle gülümsedi Berg. Sonra Kont ve onun ardından bütün konuklar yemek salonuna geçtiler.
Konuklar şatafatlı bir akşam toplantısında yemekten önce zabuskileri tatmak için çağrılmayı beklediklerinden, uzun sohbetlere girmiyorlardı. Fakat aynı zamanda sofraya oturmaya can attıklarını göstermek için hareket etmek ve susmamak zorunda sanıyorlardı kendilerini. Ev sahipleri dönüp dönüp kapıya bakıyor, ara sıra da bakışıyorlardı. Daha kimi yahut neyi beklediklerini davetliler bu bakışlardan anlamaya çalışıyorlardı: Acaba mühim bir akrabaları mı gelecekti, yoksa yemek mi daha hazır değildi?
Yemek başlamadan biraz önce gelmiş olan Piyer, her zamanki beceriksizliğiyle, ilk önüne çıkan koltuğa oturmuş; söz konusu koltuk da salonun tam ortasında durduğundan herkesin yolunu keser duruma girmişti.
Kontes, konuşturmak istedi Piyer’i ama delikanlı, birisini arıyormuş gibi çevresine çocuksu bakışlar atıyor ve kendisine yöneltilen sorulara hep kesik kesik konuşarak cevap veriyordu. Herkesin yolunu kestiğinin farkında bile değildi. Konukların çoğu, Petersburg’daki ayı macerasını öğrenmiş olduklarından, bu iri yarı, sakin delikanlıya merakla bakmakta; nasıl olup da bu hantal ve çekingen çocuğun bir komisere o oyunu oynayabileceğini düşünmekteydi.
“Henüz mü geldiniz?” diye sormuştu Kontes.
Piyer, çevresine bakınarak “Oui, madame…”180 dedi.
“Kocamı görmediniz mi?
“Non, madame.”181
Bu cevabı verirken nedeni anlaşılmayan ve kim için olduğu belli olmayan bir tebessüm dalgalanmıştı yüzünde.
“Yanılmıyorsam bu yakınlarda Paris’teydiniz? Çok ilginçti herhâlde?”
“Çok ilginçti.”
Anna Mihailovna’ya şöyle bir göz ucuyla baktı Kontes. Prenses hemen kavradı, bu delikanlıyla meşgul olması istenmekteydi. Piyer’in yanı başına oturup Kont Bezuhof hakkında konuşmaya başladı. Gelgelelim Piyer, tıpkı Kontes’e olduğu gibi ona da baştan savma cevaplar verecekti.
Konuklar kendi aralarında koyu bir sohbete dalmıştı. Rusça-Fransızca karışımı cümleler yükseliyordu salonun dört köşesinden:
“Les Razoumovsky…”182
“Ç’a été charmant…”183
“Vous êtes bien bonne…”184
“La Comtesse Apraksine…”185
Kontes ayağa kalkıp balo salonuna doğru ilerledi. Çok geçmeden de sesi yükseldi oradan:
“Mariya Dmitriyevna?”
Kalın bir kadın sesi cevap verdi Kontes’e:
“Bizzat kendisi.”
Ve Mariya Dmitriyevna salona girdi. Bütün genç kızlar hep birden ayağa kalkmıştı. Onlara, yaşlıların dışında kalan hanımlar da katıldı.
Salon kapısının eşiğinde durmuştu Mariya Dmitriyevna. Ellilik şişman gövdesinin üzerindeki, ağarmış bukleli saçlarıyla bir kat daha haşmet kazanan başını dimdik tutmuş; giysisinin geniş kollarını sanki kıvırmak üzere acele etmeden toplayarak salondakileri süzüyordu teker teker. Bütün gürültüleri bastıran davudi sesiyle her zamanki gibi sadece Rusça konuştu:
“Ev sahibemiz ve çocuklarının şenlikleri bol olsun!”
Elini öpmekte olan Kont’a bakarak ekledi sonra:
“Sana gelince iflah olmaz günahkâr… Moskova’da sıkılıyorsun değil mi? Ava tazı salamıyorsun çünkü değil mi burada?”
Genç kontesleri eliyle işaret ederek tamamladı sözlerini:
“N’eylersin azizim, bunlar büyüyor işte! Ve tabii ister istemez birer nişanlı bulmak gerekiyor küçük hanımlara…”
Elini öpmek üzere neşe içinde yaklaşan Nataşa’yı okşayarak sordu:
“Nasılsın bakalım, kazak süvarisi?”
Çevresinde döndü:
“Dikkafalı yaramaz bir kız bu, bilmez değilim. Ama ne yapayım ki her hâliyle hoşuma gidiyor…”
Ve kocaman bir çantadan çekip çıkardığı armut şeklindeki sarı yakut küpeleri sevinç ve heyecandan kıpkırmızı kesilen Nataşa’ya doğum günü armağanı olarak uzattıktan sonra, hiç beklemeksizin Piyer’e dönüp yalancıktan ince ve yumuşak bir sesle “Evet dostum, sıra sende!” dedi. “Yaklaş bakalım, yaklaş hele, yaklaş! Yanıma gel şöyle…”
Bunları söylerken tehditkâr bir edayla giysisinin kollarını daha da yukarı çekmişti.
Gözlüklerinin ardından bir çocuk ürkekliğiyle ona bakarak yavaş yavaş ilerledi Piyer. Mariya Dmitriyevna aynı tavırla devam etti:
“Yaklaş