da önündeki tabağı durmaksızın çevirmekte ve yine durmaksızın kadehlerin yerini değiştirmekteydi. Büyük bir tehlikeye istekle atılmak üzere olan insanların kararlı ve gözü pek havasına bürünmüştü. Şöyle tamamladı sözlerini: “Şundan eminim: Ruslar yenmek ya da ölmek zorundadır!”
Bunu söyler söylemez kendisini dinleyenlerle birlikte o da farkına vardı ki dediği şey, şu anki duruma hiç mi hiç denk düşmeyecek derecede abartılı bir coşkunluğu dile getirmektedir; dolayısıyla da tamamıyla yersiz ve münasebetsizdir.
Yanındaki Jülia yetişecekti imdadına. Gerçekten de genç kız, “C’est bien beau ce que vous venez de dire…”192 demişti hafifçe iç geçirerek.
Ve Nikolay konuşurken omuzlarına kadar kızaran Sonya, şimdi tepeden tırnağa titremeye başlamıştı.
Piyer, bir baş hareketiyle onayladığını belirterek “Doğru söz.” dedi.
Albay’sa masaya, yumruk yaptığı eliyle tekrar vurduktan sonra, “Siz gerçek bir süvarisiniz, delikanlı!” diye gürledi. “Gerçek ve tam bir hafif süvarisiniz, evet!”
Tam o sırada masanın öbür ucundan Mariya Dmitriyevna’nın davudi sesi yükseldi birden: “Ne diye gürültü ediyorsunuz bakayım siz orada?”
Hemen ardından, Süvari Albayı’na seslendi özellikle: “Ne vurup duruyorsun masaya öyle? Kiminle ne alıp veremediğin var yine? Yoksa Fransızlarla savaşmakta olduğunu mu sanıyorsun, ha?”
Albay gülümseyerek cevap verdi: “Hakikati söylüyorum ben, hakikati!”
Kont Rostof söze karıştı: “Hep savaştan söz ediyoruz, Mariya Dmitriyevna… Oğlum savaşa giderken başka bir şeyden söz edebilir miyiz?”
Sesini masanın öbür ucundan işittirebilmek için bağırmak zorunda kalmıştı. Mariya Dmitriyevna ise kendisini hiç zorlamadan işitileceğinden emin olarak cevabı yapıştırdı:
“Peki ya ben? Dört oğlumun dördü de orduda benim ve katiyen şikâyet etmiyorum. Her şey Tanrı’ya bağlıdır bu dünyada. Savaşta her an ölümle burun buruna gelip de kurtulan insan, bir bakarsın, yatağında mışıl mışıl uyurken gidivermiş!”
Herkes doğru buldu bu sözü. Sonra konuşma, yeniden, masanın iki ucunda kutuplaştı.
Küçük erkek kardeşi, Nataşa’ya: “Soramazsın işte!..” diyordu. “Var mısın iddiaya? Kendine güveniyorsan iddiaya girelim?”
“Varım.” dedi Nataşa.
Yüzü birden kızarmış, neşeli ve her şeyi yapmaya hazır kararlı birinin ifadesini almıştı. Yavaş yavaş kalktı ayağa, kaçamak bir bakışla karşısındaki Piyer’i de kendisini dinlemeye davet ederek annesine seslendi:
“Anne!”
Kontes korkmuştu ilkin, nitekim ürkek bir sesle sordu: “Ne var?”
Ama kızının yüzüne biraz dikkatle bakınca anladı onun yine bir afacanlık yapacağını, göstermelik bir sertliğe büründü ve küçük kızı sözüm ona korkutmak için elini sallarken başıyla da “Sakın haa!” anlamında bir uyarıda bulundu.
Bir sessizlik çöktü salona.
Nataşa’nın incecik çocuk sesi, bu sefer daha da kararlı bir ifadeyle yükseldi yeniden:
“Yemekten sonra ne tatlısı yiyeceğiz, anne?”
Kontes kaşlarını çatmak istedi ama başaramadı. Mariya Dmitriyevna ise kocaman parmağını sallayarak hizaya getirmek istedi küçük kızı ve sert olmaya çalışan bir sesle çıkıştı:
“Bana bak kazak!”
Konukların çoğu, küçük kızın bu beklenmedik çıkışını neye yormak gerektiğini kestiremedikleri için büyüklerin yüzüne çevirmişlerdi soran bakışlarını. Onlardan medet ummaktaydılar.
Kontes öfkeyle sordu:
“Başına gelecekleri biliyorsun, değil mi?”
Ama artık vartayı atlattığını kavramıştı Nataşa, kendinden emin ve neşeli bir sesle bağırdı yeniden:
“Sahi; yemekten sonra ne tatlısı var, anne?”
Sonya ile şişman Patya gülmemek için zor tutuyorlardı kendilerini. Nataşa kardeşine fısıldadı:
“Sordum işte! Kazandım iddiayı!”
Tanık göstermek istercesine Piyer’e de bakmıştı.
Mariya Dmitriyevna verdi cevabı, küçük afacan kıza:
“Dondurma var ama sen cezalısın!”
Salonda hava tamamıyla yumuşamıştı artık. Nataşa için çekinilecek hiç kimse kalmamıştı sofrada. Mariya Dmitriyevna bile… Nitekim şimdi doğrudan doğruya ona yöneltecekti soruyu:
“Ne dondurması var, Mariya Dmitriyevna? Eğer vanilyalıysa hiç sevmem!”
“Havuç dondurması var, sevmez misin?”
Neredeyse haykıracaktı Nataşa:
“Şaka yapmayın, ne olur, Mariya Dmitriyevna! Doğrusunu söyleyin lütfen, ne dondurması var? Öğrenmek istemek günah mı sanki?”
Mariya Dmitriyevna ile Kontes dayanamayıp gülmeye başlamışlardı. Onlarla birlikte öbür konuklar da rahatça gülmeye koyulmuştu. Herkes yaşlı otoriter kadının nükteli cevabına değil, onunla böyle konuşma cüretini gösteren küçük haşarı kızın akılalmaz rahatlığına gülüyordu en çok.
Yemekten sonra ananaslı dondurma olduğunu öğreninceye kadar soru sormakta diretti Nataşa. Konuklara, dondurmadan önce şampanya sunuldu. Orkestra yeniden çalmaya başlamıştı şimdi ve Kont, eşiyle öpüşmüştü. Bunu, bütün konukların ayağa kalkarak önce Kontes’i kutlamaları; sonra da masanın öbür ucundaki Kont’la ve birbirleriyle kadeh tokuşturmaları izledi. Uşaklar yine gürültü çıkarmaksızın oradan oraya seğirtmekte, sandalyeler gıcırdamaktaydı. Ve konuklar yemek salonuna geldikleri zaman, düzen içinde ve yüzleri biraz daha kızarmış olarak çıkıp oturma salonuna ve Kont’un çalışma odasına geçtiler.
XVII
Boston masaları kurulmuş, oyun oynayacaklar gruplara ayrılmış bulunuyordu. Böylece Kont’un konukları, oturma salonu ile çalışma odası arasında paylaştırılmış oldu.
Elindeki iskambil kâğıtlarını bir yelpaze gibi açmış olan Kont, yemekten sonra küçük bir şekerleme yapma alışkanlığına karşı koyabilmek için her şeye cömertçe gülüyordu. Kontes’in çağrısına uyan gençler, salonun klavsen ve arp bulunan köşesine toplanmışlardı. İlk olarak genel istek üzerine Jülia arpın başına geçip bir çeşitleme çaldı. Sonra, müzik alanındaki yetenekleri öteden beri herkesçe bilinen Nataşa ile Nikolay’dan bir şarkı isteyen öbür genç kızlara katıldı o da…
Büyük kız muamelesi gören Nataşa, bundan hem gurur duymuş hem de korkuya kapılmıştı. Nitekim, işte bu korku içinde sordu:
“Ne söyleyeceğiz peki?”
Nikolay verdi cevabı:
“Pınar’ı söyleyelim…”
Nataşa, “Ne duruyoruz öyleyse hadi, çabuk!” dedi. “Buraya, yanıma gelin Boris. Peki ama Sonya nerede kuzum?”
Çevresine dikkatle baktı ama arkadaşını göremedi ve aramaya koştu hemen.
Odasında değildi Sonya. Nataşa çocuk odasına gitti soluk soluğa. Ama orada da kimseyi göremeyince Sonya’nın olsa olsa koridordaki sandığın üstünde olabileceğini düşündü ve oraya koştu.