Лев Толстой

Savaş ve Barış I. Cilt


Скачать книгу

yaparsınız.”

      Geriye doğru sürdü atını. Safların arasında Dolohof’u arayıp buldu. Yaklaşıp atını durdurarak “İlk çarpışmada apoletlerinize kavuşacaksınız.” dedi.

      Hiç cevap vermeksizin dönüp bakmakla yetinmişti Dolohof. Dudaklarında hâlâ o alaycı ifadeyle gülümsüyordu.

      Alay Komutanı rahatlamıştı:

      “Evet…” dedi. “Bu iş de tamam.”

      Sonra, erlerin de işitebileceği bir sesle ekledi:

      “Herkese votka verin!”

      Ve kimsenin konuşmasına meydan bırakmaksızın “Votkalar benden!” diye tamamladı sözünü. “Hepinize teşekkür ederim! Tanrı’ya şükürler olsun!”

      Atını sürdü ve üçüncü bölüğü geçip ikinci bölüğe yaklaştı.

      Timohin, Alay Komutanı onu işitemeyecek kadar uzaklaştıktan sonra, yanında yürüyen emir subayına, “Ne de olsa iyi adamdır…” dedi. “İnsan onun emrinde seve seve hizmet edebilir!”

      Emir subayı, “Adıyla sanıyla Kupa Beyi işte!” diye karşılık verdi gülerek.

      Alay Komutanı’na, “Kupa Beyi” adını takmışlardı.

      Teftişten sonra komutanların duyduğu rahatlık kısa zamanda erlere de geçmişti. Neşe içinde yola devam ediyordu bölük. Dört bir yandan erlerin konuşmaları işitiliyordu:

      “Kutuzof’un bir gözü kördü hani? Herkes tek gözlü olduğunu iddia ediyordu!”

      “Kör değil de ne yani?”

      “Evet evet, bundan âlâ kör mü olur?”

      “Yooo! Öyle bildiğin gibi değil o iş! Senden benden çok daha açıkgöz adam. Çizmelerin üstüne sardığımız bezlere kadar her şeye baktı bir bir ve her şeyi gördü…”

      “Tamam! Gözlerini bir dikti ayaklarıma. ‘Eyvah!’ dedim içimden… İyi ki işte o anda yanındaki bir şeyler söylemeye başladı da bizimkinin dikkati dağıldı…”

      “Sahi yahu! Yanında, o her tarafı badanalanmış gibi duran Avusturyalı nasıldı?”

      “Un gibi bembeyazdı! Herifçioğlunu iyi parlatmışlar doğrusu! Fiyakasına diyecek yoktu…”

      “Fedeşov nasıldı ama? Savaşın ne vakit başlayacağını söylemedi mi ha? Sen onlara daha yakın duruyordun, işitmişsindir…”

      “Dediğine göre Bonapart’ın kendisi de Braunau’daymış!”

      “Ettiği lafa bak şunun! Bonapart Braunau’daymış, öyle mi? Biraz ölçülü at, inanılır gibi olsun!”

      “Hiçbiriniz hiçbir şey bilmiyorsunuz!”

      “Bunda bilmeyecek ne var! Dinle de bak. Prusyalı galeyana gelmiş. Avusturyalı da bu durumda onu yatıştırmaya çalışıyor. İkisi anlaşır anlaşmaz Bonapart’la savaş başladı demektir…”

      “Desene bu kadar basit!”

      “Elbette ya, ne sandın? Bir de Bonapart’ın Braunau’da bulunduğunu söylüyorsun. Dangalağın teki olduğun bu sözlerden belli, bari sus da çevrende konuşulanları dinle biraz!”

      “Heyyy! Gevezeliği bırakın da şuraya bakın. Beşinci bölük köye sapıyor! Biraz sonra lapa pişirip kaşıklamaya başlayacaklar, bizse o zamana kadar yerimize dahi varamamış olacağız!”

      “Bir peksimet versene!”

      “Dün ben senden tütün istemiştim verdin mi? Bugün de sana peksimet yok, her şey karşılıklı!”

      “Demek öyIe ha?”

      “Neyse al hadi! Al da zıkkımlan…”

      “İnsafa gelip bir mola verseler de aç aç, beş verst daha yol yürümek zorunda kalmasak…”

      “Almanlar bize araba verdikleri zaman ne kıyaktı, değil mi? Beyler gibi kurulur giderdik!”

      “İyi güzel de kardeşim, burada herkes zıvanadan çıkmış durumda! Öbürleri Polonyalılara benziyorlardı, hep Rus uyruğuydu adamlar; burada ise nereye baksan Alman var!”

      Yüzbaşı’nın sesi yükseldi birden ve herkesi susturdu:

      “Şarkıcılar öne çıksın!”

      Her biri ayrı yerden yirmi kadar er çıkıp bölüğün önünde sıralandılar. Hemen orada bekleyen borazancıbaşı şarkıcılara dönüp elini sallayarak işaret verdi; sonra da Şafak söktü işte, işte güneş doğuyor… diye başlayan ve İşte Kamenski babamız önümüzde yürüyor, işte şan şeref yolu! diye sona eren uzun bir asker türküsüne başladı. Türkiye’de bestelenmiş bir türküydü bu, şimdi ise Avusturya’da söyleniyordu. Ama askerler türkünün sonunu değiştirip “Kamenski babamız” yerine “Kutuzof babamız” demekteydiler.

      Kırk yaşlarında, ince yapılı ve yakışıklı bir adam olan borazancıbaşı, son dizeyi söylerken yere bir şey fırlatıyormuşçasına hızla aşağı indirdi ellerini; sert bir tavırla şarkıcı erlere baktı, sonra gözlerini kıstı. Bütün gözlerin kendisine çevrilmiş olduğunu fark edince de sanki, şu anda görünmeyen çok değerli bir şeyi büyük bir özenle başının üzerine kaldırıyormuşçasına yukarı doğru kaldırıp birkaç saniye öyle kaldı; sonra da birdenbire o değerli şeyi öfkeyle yere çarpar gibi bir hareketle, yeni bir türküye başladı:

      Yuvam benim, yuvam benim!

      Küçük yuvam, seni özledim…

      Yirmi kişi birden katılmıştı şimdi türküye ve kaşık çalan bir er, sırtındaki techizatın ağırlığına aldırmaksızın çevik bir hareketle ileriye doğru fırladı; omuzlarını kıra kıra, elindeki kaşığı birini tehdit edermişçesine sallaya sallaya, bölüğün önünde geri geri yürümeye başladı. Erler ellerini kollarını sallayarak geniş adımlarla ilerliyor ancak arada bir -ve o da ellerinde olmaksızın- adımlarını birbirine uyduruyorlardı.

      Tam o sırada bölüğün arkasından tekerlek sesleri, yay gıcırtıları ve nal tıkırtıları duyuldu: Kutuzof, maiyetiyle birlikte kente dönmekteydi.

      Bir an duraksar gibi oldu bölük. Ama Başkomutan, serbest yürüyüşe devam etmelerini işaret etti erlere. Türküyle beraber oynaya oynaya ilerleyen eri ve dinç adımlarla neşe içinde yürüyen bölüğü görünce onun da maiyetindekilerin de yüzünde gerçek bir memnuniyet ifadesi belirmişti.

      Başkomutan’ın arabası bölüğün sağ tarafından öne doğru ilerlerken ikinci sırada yer alan mavi gözlü er Dolohof, herkesin dikkatini çekmişti hemen. Öteki erlerden daha da dinç adımlarla ve şarkıya uyarak yürümekte, o anda mutlulukların en büyüğü bölükle birlikte yürümekmiş gibi arabayla geçenlerin yüzüne bu mutluluktan yoksun kaldıkları için acıyarak bakmaktaydı.

      Kutuzof’un maiyetinde bulunan ve teftiş sırasında Alay Komutanının taklidini yapmış olan süvari subayı, Başkomutan’ın arabasından biraz geri kalarak atını Dolohof’a doğru sürmüştü.

      Adı Jerkof’tu. Bir vakitler Petersburg’da Dolohof’un başını çektiği çılgınca eğlenenler arasında o da vardı. Dolohof’u yurt dışında, bir er olarak karşısında görünce tanımazlıktan gelmeyi uygun bulmuştu. Ama şimdi Başkomutan’ın, rütbesi geri alınmış o subayla, Dolohof’la nasıl değer vererek konuştuğuna tanıklık ettikten sonra tavrını değiştirmek gerektiğine inanmış olmalı ki eski dostlarına kavuşanlara özgü bir sevinç içinde “Aslan arkadaşım benim, nasılsın bakalım?” diye sordu.

      Bir