dışarı çıkmasını beklemekteydi.
Prens Andrey çalışma odasına girdiğinde İhtiyar Prens, sırtında oğlundan başka kimseye görünmediği bir giysi içinde -beyaz sabahlığı ile- ve gözlerinde yaşlıların kullandığı cinsten bir gözlükle, çalışma masasının başına oturmuş bir şeyler yazıyordu. Şöyle bir baktı oğluna:
“Demek gidiyorsun?”
Ve cevap beklemeksizin dönüp yazmaya devam etti.
“Vedalaşmaya geldim.” dedi Prens Andrey.
İhtiyar durdu ve parmağıyla yanağını gösterdi.
“Öp bakalım şuradan…”
Andrey öpünce İhtiyar Prens, iki kere üst üste teşekkür etti: “Teşekkür ederim… Teşekkür ederim.”
Prens Andrey afallamıştı.
“Neden teşekkür ediyorsunuz ki?”
Hemen cevap verdi İhtiyar Prens: “Bir kadının eteğine yapışmadığın, vaktini boşa geçirmediğin için… Her şeyden önce askerlik! Teşekkür ederim, teşekkür ederim…”
Bir yandan da devam ediyordu yazmaya. Öylesine hızlı yazıyordu ki divitinden mürekkep saçılmaktaydı.
“Söyleyeceğin bir şey varsa çekinme, konuş!” diye ekledi. “Ben aynı anda iki işi birden yapabilirim…”
Prens Andrey bir an tereddüt ettikten sonra “Karım için diyecektim ki…” diye başladı. “Ama zaten onu size bir yük olarak bırakmaktayım…”
“Saçmalamayı bırak da ne söyleyeceksen doğru dürüst söyle!”
“Doğum yaklaşınca bir doğum uzmanı getirtin lütfen, Moskova’dan… Doğum sırasında başında bulunsun.”
Yazmayı kesmişti Prens. Oğlunun yüzüne dikmişti sert bakışlarını. Hiçbir şey anlamamış gibiydi.
“Biliyorum, kendi bünyesi yardım etmezse hiç kimse ona yardım edemez aslında…”
Bunları sıkılarak söylemişti Prens Andrey. Yine sıkılarak devam etti:
“Böyle durumlarda kaza oranının ancak milyonda bir olduğunu biliyorum elbette. Ama yine de hem karım hem ben endişe etmekteyiz. Olmayacak şeyler anlatmışlar, aklı bulanmış, korkuyor tabii…”
İhtiyar Prens, “Hımmm…” dedi kendi kendine. “Peki, getirtirim.”
Sonra önündeki kâğıdı imzaladı ve çevik bir hareketle oğluna dönüp sordu gülerek:
“Yürümüyor desene?”
“Yürümeyen ne baba?”
“Karın!”
Hâlden anlayan babacan bir tavırla söylemişti bunu. Söylediğinden pek de emin görünmekteydi.
Prens Andrey “Anlayamadım.” dedi.
Üstelemedi ihtiyar.
“Yapacak hiçbir şey yoktur dostum…” dedi sadece. “Bütün kadınlar bu konuda birbirine benzer. Bu böyledir diye tutup boşayamazsın da… İçini rahat tut, korkma kimseye söylemem. Ama sen ne demek istediğimi pekâlâ anlamışsındır umarım.”
Oğlunun elini, kemikli küçük eliyle kavrayıp sıktı. Sonra da insanın içini okurcasına ışıldayan gözlerini Prens Andrey’in gözlerine dikerek yine aynı şekilde soğuk soğuk güldü.
Prens Andrey içini çekti. Babasının gerçeği anladığını kabul etmiş oluyordu böylece.
İhtiyar Prens mektuplara her zamanki çevikliğiyle mühür basmaya devam ederken mührü, bal mumunu ve kâğıtları sert hareketlerle alıp bırakıyordu durmadan…
“N’eylersin işte? Ne gelir elden? Ama güzel kadın, neme lazım!”
Son mektubu mühürlerken kesik kesik konuşarak “Ben gerekeni yaparım…” dedi. “İçin rahat olsun.”
Babasının onu anlaması, hem hoşuna gidiyor hem de hoşnutsuzluk yaratıyordu içinde. O sırada İhtiyar Prens ayağa kalkmış ve elindeki mektubu oğluna uzatmıştı:
“Dinle…” diye başladı. “Karın konusunda hiçbir kaygın olmasın, bil ki elden gelen ne varsa yapılacaktır. Şimdi iyi dinle beni: Bu mektubu Mihail İlaryonoviç’e vereceksin. Seni doğru dürüst işlerde kullanmasını yazdım ona ve yaver olarak da uzun süre alıkoymamasını. Pis iştir yaverlik! Kendisini hiç unutmadığımı ve hâlâ çok sevdiğimi söyle ona. Seni nasıl karşıladığını bana yazmayı da sakın unutma. Hakkını verdiği sürece onun yanında kalırsın. Nikolay Andreyeviç Bolkonski’nin oğlu, layık olduğu karşılığı görmediği takdirde hiç kimseye hizmet etmez. Şimdi yaklaş.”
Öyle hızlı konuşuyordu ki kelimelerin yarısını söyleyebiliyordu ancak ama anlayabiliyordu oğlu onu, alışmıştı bu şekilde konuşmasına. Çalışma masasına doğru sürükledi Andrey’i, bir çekmeceden kocaman sık yazısıyla yazılmış bir defter çıkardı:
“Benim senden önce ölmem doğaldır…” dedi. “Burada anılarım var. Bunları ben öldükten sonra İmparator’a ulaştırırsın. Burada bir Emniyet Sandığı tahviliyle bir de mektup var. Tahvil, Suvorof Savaşlarının tarihini yazacak olana, mektup da akademiye verilecek. Burada da düşüncelerim yazılı. Ben öldükten sonra okursun. Faydası olur.”
Babasına, hiç şüphesiz daha uzun yıllar yaşayacağını söylemedi Andrey. Anlıyordu bunu söylememesi gerektiğini.
“Bütün isteklerinizi yerine getireceğim baba.” dedi sadece.
İhtiyar Prens’in karşılığı da sade oldu:
“Öyleyse artık vedalaşalım!”
Oğlunun elini öpmesine izin vermiş ve kucaklayıp göğsüne bastırmıştı onu. Sonra da “Şunu katiyen unutma Prens Andrey…” dedi.
“Ne de olsa ihtiyarın biriyim artık, öldürülecek olursan çok acı duyarım. Ama… Ama senin, Nikolay Bolkonski’nin oğlu gibi davranmadığını öğrenecek olursam… Tam anlamıyla utanç duyarım!”
Gülümsemişti Prens Andrey.
“Bunu bana söylemeseniz de olurdu baba.” dedi.
Cevap vermedi İhtiyar Prens.
Kısa bir sessizlik oldu. Sonra Andrey “Bir ricam var sizden…” diye devam etti. “Eğer ben öldürülürsem ve bir oğlum olursa size dün de söylediğim gibi burada yanınızda alıkoyun onu.”
Durdu. Sonra da ekledi:
“Yanınızda büyüsün… Lütfen.”
Sordu ihtiyar:
“Yani karına bırakmayayım mı onu?”
Ve gülmeye başladı.
Tam bir sessizlik içinde karşı karşıya durmaktaydılar şimdi. İhtiyar Prens, oğlunun gözlerine dikmişti keskin bakışlarını. Çok geçmeden yüzünün alt kısmında, ürperişi andıran hafif bir titreme oldu.
“İşte vedalaştık…” dedi. “Hadi bakalım!”
Birden söylemişti bunları. Hemen ardından da çalışma odasının kapısını açmış ve âdeta öfkeli bir sesle haykırmıştı:
“Hadi git artık!”
İlkin Prens Andrey’i, hemen ardından da -sadece bir an için- perukası ve kelebek gözlüğü olmadan üzerinde beyaz sabahlığıyla haykıran ihtiyarın silüetini gören prensesler, bir ağızdan sordular: “Ne var, ne oluyor kuzum?”
İçini çekti Prens Andrey, cevap vermedi.