Лев Толстой

Savaş ve Barış I. Cilt


Скачать книгу

Andrey, kız kardeşini kucaklayarak öptü ve her zamanki gibi bir pleurnicheuse264 olmakla suçladı onu. Prenses Mariya ağabeyine dönmüş ve gözyaşları arasında, ışıldayan iri gözleriyle uzun uzun bakmıştı ona. Sıcak, sevgiyle dolu bakışlardı bunlar.

      Küçük Prenses durmadan konuşmaktaydı. Tüylü dudağı durup durup aşağı iniyor, gereken noktada kıpkırmızı alt dudakla birleşiyor, sonra yeniden yukarı kalkıyordu. İşte o zaman da dişleriyle gözlerini ışıldatan o aydınlık gülümseyiş beliriyordu yüzünde. Spas Dağları’nda başlarından geçen ve sırf onların başından geçtiği için büyük bir tehlike saydığı bir olayı anlattı ilkin; hemen sonra, bütün giysilerini Petersburg’da bırakmış olduğunu, şimdi burada kim bilir hangi kılıkla dolaşacağını, Andrey’in çok ama çok değiştiğini, Kitti Odintsova’nın da kendisinden çok yaşlı bir adamla evlendiğini söyledi. Ardından, Prenses Mariya için de pour tout de bon265 bir kısmet çıktığını ekledi. Ama bu konuda daha sonra konuşacaktı.

      Prenses Mariya, hiç konuşmaksızın ağabeyine bakıyordu hâlâ. Şimdi o güzel gözlerinde hem sevgi hem hüzün vardı. Yengesinin konuşmalarıyla yakından uzaktan ilgisi olmayan şeyler düşündüğü belliydi. Nitekim Küçük Prenses’in en son bayram hakkında anlattığı bir hikâyeyi yarıda keserek sordu ağabeyine:

      “Savaşa gitme kararın kesin mi Andrey?”

      İçini çekmişti sorarken. Lise de içini çekti.

      Prens Andrey, kız kardeşine:

      “Hem de yarın.” diye karşılık verdi.

      Dayanamayıp atıldı Küçük Prenses:

      “Il m’abandonne ici, et Dieu sait pourqoi, quand il aurait pu avoir de l’avancement…”266

      Prenses Mariya, yengesinin sözlerini bitirmesini beklemeden ne düşündüğünü belli eden sevecen bakışlarını onun karnına dikti ve tatlı bir sesle sordu:

      “Gerçek mi bu?”

      Yüzü birden değişti Küçük Prenses’in. İçini çekerek “Tabii gerçek…” dedi. “Ah, öyle korkuyorum ki!”

      Üst dudağı aşağıya sarkmıştı yeniden. Yüzünü görümcesinin yüzüne yaklaştırdı iyice, sonra beklenmedik bir şey yaptı: Ağlamaya başladı.

      Prens yüzünü buruşturmuştu hemen.

      “Dinlenmeye ihtiyacı var…” dedi. “Öyle değil mi Lise?”

      Karısının cevap vermesini beklemeksizin kız kardeşine döndü yeniden ve yumuşak ama itiraz kabul etmez bir tonla ekledi:

      “Sen onu kendi odana götürürsün, ben de babamı görmeye giderim…”

      Hemen sonra, “Babam nasıl? Hep aynı mı?” diye sordu.

      Prenses sevinçle, “Hep öyle…” diye cevap verdi. “Hiç değişmedi…”

      Bir an durduktan sonra da ekledi:

      “Bakalım sen nasıl bulacaksın?”

      Prens Andrey, babasına beslediği tüm sevgi ve saygıya rağmen onun zayıf yanlarını biliyor ve bunları anlayışla karşılıyormuş gibi hafifçe gülümseyerek sordu:

      “Yine bütün her şey, hep aynı, belirli saatlerde mi yapılıyor? Bahçedeki gezintiler devam ediyor mu yine? Tezgâhının başına geçip yine aynı inat ve hırsla çalışıyor mu?”

      Gülerek başını salladı Prenses Mariya.

      “Evet evet; hep aynı saatlerde, hep aynı işler…” dedi. “Üstelik bir de şimdi benim matematik ve geometri derslerim var…”

      Geometri dersleri hayatının en tadına doyum olmaz anlarıymış gibi sevinçle söylemişti bu son sözleri.

      İhtiyar Prens’in yataktan kalkmasına daha yirmi dakika vardı. Konuşmaya devam ettiler. Süre dolunca Tihon belirdi kapıda ve Genç Prens’e babasının onu beklediğini söyledi.

      İhtiyar Prens, oğlunun gelişi şerefine günlük hayatında bir değişiklik yapmıştı: Kendisi akşam yemeğinden önce giyinirken dairesine girmesine izin vermişti onun… Eski moda giysiler içinde, sırtında bir kaftan ve perukasına da pudra sürmüş olarak dolaşırdı Prens. Andrey (yüzünde salonlarda takındığı tiksinti ifadesi ve somurtkan tavrıyla değil de Piyer’le konuşurken beliren canlı ve içten ilgiyle) babasının yanına girdiği vakit, tuvalet odasındaki maroken kaplı geniş koltuğa oturmuştu İhtiyar Prens; omuzuna bir pudra havlusu örtmüş, başını Tihon’un ellerine doğru uzatmıştı. Oğlunu görünce pudralı başını Tihon’un ördüğü saç örgüsünün imkân verdiği kadar sallayarak “Ooo, hoş geldin asker!” dedi. “Bonapart’ı yenmeye iyice hazırsın demek? Bari adamakıllı bir ders ver ona! Yoksa bu gidişle, korkarım bizleri de kendisine uyruk edecek…”

      Yanağını uzattı oğluna.

      “Hoş geldin!”

      İyi bir öğle uykusu çekmişti İhtiyar Prens kendisine, keyifliydi. Yemekten önceki uykunun gümüş, yemekten sonraki uykununsa altın uyku olduğunu söylerdi fırsat düştükçe. Gür, sarkık saçlarının arasından sevinçle oğluna bakıyordu yan yan.

      Yaklaştı Prens Andrey, babasını gösterdiği yerden öptü. Onun şimdiki askerlerle ve özellikle Bonapart’la alay etmesine karşılık vermedi hiç. Saygılı bir tavra bürünmüştü. İhtiyar Prens’in yüzündeki her çizginin hareketini dikkatle izlerken “İşte böyle babacığım…” dedi. “Bir çocuk bekleyen eşimle birlikte çıkıp yanınıza geldim…”

      Bir an sustuktan sonra sordu:

      “İyisiniz ya?”

      Kendinden emin bir sesle cevap verdi ihtiyar:

      “Ancak budalalar ve bir de ahlaksızlar hastalığa tutulur oğlum. Sense beni çok iyi bilirsin: Sabahtan akşama kadar çalışırım ben, duygularım ölçülüdür, perhiz yaparım. Böyle olunca da sağlık durumum elbette daima iyi olacaktır…”

      Prens Andrey gülümseyerek “Tanrı’ya şükür!” dedi.

      İhtiyar Prens ise somurtarak “Tanrı’yı böyle işlere hiç karıştırma.” diye homurdandı.

      Sonra, “Haydi anlat bakalım, Almanlar size Bonapart’la ‘strateji’ dedikleri o yeni bilime uygun şekilde savaşmayı nasıl öğrettiler?” diye sordu.

      Prens Andrey gülümsedi. Babasının zayıf yanlarının ona saygı duymasına ve sevgi beslemesine engel olmadığını gösteren bir tavırla.

      “İzin verin de biraz soluk alayım…” dedi. “Daha henüz eşyalarımı bile yerleştirmiş değilim.”

      İhtiyar Prens; saç örgüsünün istediği kadar sağlam örülüp örülmediğini sınamak için başını salladı, sonra oğlunun elini tutarak “Aldırma sen öyle işlere!” dedi. “Karın için ayrılan daire hazır. Prenses Mariya götürür onu. Zaten şimdi ikisi bir araba dolusu laf etmeden kendilerine gelemezler. Bu iş, kadın işi… Ayrıca da onu buraya getirdiğine memnun oldum.”

      Bir an sustu, soluk aldı ve asıl konuya girdiğini belirten bir ciddilikle sürdürdü konuşmasını:

      “Sen şimdi otur şuraya da anlat bakalım; Mihelson’un emrindeki ordunun ne yapmak istediğini anlıyorum pekâlâ, Tolstoy’un ordusunun durumunu da anlıyorum. Aynı anda çıkarma… Güzel ama bu durumda güney ordusu ne yapacak? Prusya tarafsızlık oynuyor, biliyorum bütün bunları… Peki ya Avusturya?”267

      Bunları