Fransızcaya geçerek tasarlanan seferin harekât planını açıklamaya girişti: Prusya’nın tarafsızlıktan vazgeçirilip savaşa katılmaya zorlanması için doksan bin kişilik bir ordunun tehdidi altında tutulacağını; bu ordunun bir kısmının, zamanı gelince Stralsund’da yüz binlerce askerle birleşeceğini; iki yüz bin Avusturyalının yüz bin Rus’la bir araya geldikten sonra İtalya ve Ren bölgesinde ortak harekâta başlayacağını; elli bin Rus’la elli bin İngiliz askerinin Napoli’ye ortak çıkarma yapacağını; böylece toplam beş yüz bin kişilik muazzam bir ordunun Fransızlara dört bir taraftan amansızca saldıracağını anlattı bir bir…
İhtiyar Prens, oğlunun anlattıklarına en ufak bir ilgi göstermiyordu… Hatta söylenenleri hiç işitmiyormuş gibi bir aşağı bir yukarı dolaşarak giyinmesini sürdürmekteydi… Üç kez ve her seferinde hiç beklenmedik anlarda kesti oğlunun sözünü. Birincisinde ani bir kol hareketiyle Andrey’i durdurup “Beyaz! Beyaz!” diye bağırdı.
Tihon’un ona, istediği yelek yerine başka bir yelek verdiğini belirtmek için söylemişti bunu…
İkinci seferinde yavaş yavaş durdu ve sordu:
“Doğum yakın mı peki?”
Oğlu bir baş işaretiyle cevap verince de sitem eder gibi başını sallayarak “Doğrusu tatsız bir durum bu!” dedi.
Hemen ardından da eklemekten geri kalmadı:
“Sen devam et anlatmaya, devam et!”
Ve üçüncü defasında, Prens Andrey plan konusundaki açıklamayı bitirmek üzereyken ihtiyarlara özgü falsolu sesiyle şarkı söylemeye başladı birdenbire:
Malbrough s’en vatenguerre,
Dieu sait quand reviendra. 268
Gülümsemekle yetindi Andrey.
“Ben size bu planı beğendiğimi söylemedim…” dedi. “Olup biteni açıkladım sadece…”
Konuşmayı sona erdirmek ister gibi ekledi:
“Herhâlde Napolyon’un da bir planı vardır ve bizimkinden daha kötü değildir…”
“Aslında, yeni hiçbir şey söylemiş olmadın bana!”
Bu kadar konuşmayı kendisinin de yeterli bulduğunu belirten bir tonla söylemişti bunları. Düşünceli bir havaya dalmıştı şimdi yeniden. Nitekim kendi kendine konuşur gibi:
“Dieu sait quand reviendra!”269 diye tekrarladı birkaç kere.
Sonra oğluna döndü.
“Hadi sen yemek salonuna git.” dedi.
XXIV
Prens, saçı pudralanmış, tıraş olmuş bir hâlde ve tam saatinde girmişti yemek salonuna. Prenses Mariya, Matmazel Bourienne ve bir de Prens’in Mimar’ı onu beklemekteydi. Mimar, önemsiz ve sıradan bir kişi olduğu için böyle bir şerefe nail olacağını aklının ucundan dahi geçirmediği hâlde, Prens’in garip isteği üzerine sofraya çağrılmış bulunuyordu… Ömrü boyunca daima insanların sosyal durumlarını göz önünde tutmuş olan ve sofrasına ilin en önde gelen kişilerini bile binde bir davet eden Prens, bir köşeye çekilip kareli mendiliyle burnunu silen Mimar Mihail İvanoviç’e bütün insanların eşit olduğunu ispatlamak hevesine kapılmış gibiydi nedense birden… Nitekim kızına kaç kere “O Mihail İvanoviç senden benden hiç de aşağı değil!” diyerek bu eşitliğe Mariya’yı da inandırmaya çalışmıştı. Ayrıca da sofrada, herkesten çok, o hiç konuşkan sayılmayacak olan Mihail İvanoviç’le sohbet etme huyunu icat etmişti.
Evin bütün odaları gibi yüksek tavanlı ve geniş bir yer olan yemek salonunda, hizmetçilerle uşaklar da Prens’in gelmesini bekliyorlardı. Her biri, bir sandalyenin arkasında, ayakta duruyordu. Sofracıbaşı, elinde bir peçete; sofrayı kontrol ediyor, yardımcılarına son talimatlarını veriyor, bu arada hiç durmadan bir kocaman duvar saatine bir de Prens’in her an belirmesi beklenen kapıya bakıyordu. Prens Andrey, Bolkonskilerin soy kütüğünü gösteren ağaç şeklindeki resmin bulunduğu büyük yaldızlı çerçeveyi incelemekteydi. O zamana kadar hiç görmemiş olduğu bu resim, aynı büyüklükte ve alaylı bir ressamın elinden çıktığı belli olacak şekilde kötü yapılmıştı ve Rurik’in soyundan gelip Bolkonskilerin başına geçen Prens’in taçlı portresinin tam karşısında asılıydı. Soylarını gösteren bu resmi, çok gülünç bir şeye bakıyormuş gibi başını sallaya sallaya gülerek seyretmekteydi Andrey. Yanına yaklaşan kız kardeşine, çerçeveyi başıyla işaret ederek “Şöyle bir bakınca babamın bütün huylarını görüyorum.” dedi.
Prenses Mariya şaşkın şaşkın baktı ağabeyine. Neden güldüğünü, gülünecek ne bulduğunu bir türlü anlayamıyor; anlamak istemiyordu. Çünkü babasına ilişkin her şey, en ufak bir eleştiriye dahi gelmeyen kesin ve sınırsız bir hayranlık uyandırıyordu onda…
Prens Andrey, kendi kendine konuşur gibi devam etti:
“Demek ki herkeste kendine ait bir Aşil topuğu var! O kadar büyük zekâsı ile donner dans ce ridicule!”270
Ağabeyinin sözlerindeki pervasızlığını havsalasına sığdıramayan Prenses Mariya tam ona karşı çıkmaya hazırlanıyordu ki çalışma odasından, beklenen ayak sesleri işitildi. Çok geçmeden de Prens, her zaman olduğu gibi neşeli ve zinde bir hâlde, hızlı adımlarla içeri giriyordu. Evde hüküm süren katı düzene mahsus karşı çıkmak istiyor gibiydi bu aceleci tavrıyla…
Ve işte tam o anda ikiyi vurdu büyük saat. Buna, misafir salonundan yükselen incecik bir sesle, bir başka saat karşılık verdi. Yavaşladı ve durdu Prens. Parlak, hareketli, sert bakışlı gözleriyle, gür ve sarkık kaşlarının altından herkesi teker teker süzdü; sonra da Küçük Prenses’e baktı dik dik.
O anda Lise saraylıların, Hükümdar’ın huzuruna çıkınca kapıldıkları korku ve saygıyla karışık bir duygu içindeydi. Çevresindeki herkeste her zaman bu duyguyu uyandırıyordu ihtiyar adam. Prenses’in saçlarını okşadı önce sonra da beceriksiz bir babacanlıkla hafifçe ensesine vurdu ve dikkatle genç kadının gözlerinin içine bakarak “Memnun oldum…” dedi. “Çok memnun oldum.”
Aniden ayırdı gözlerini Prenses’in gözlerinden ve gidip hızla yerine oturduktan sonra “Buyrun oturun, oturun…” dedi. “Siz de oturun, Mihail İvanoviç.”
Gelinine yanında yer göstermişti Prens ve uşak, genç kadın için hemen bir sandalye sürmüştü.
İhtiyar adam, Genç Prenses’in kalınlaşmış beline bakarak “Ooo maşallah!” dedi. “Aceleci davranmışsınız! İyiye alamet sayılmaz bu!”
Sonra da her zamanki gibi gözleriyle değil, sadece ağzıyla güldü. Kupkuru, soğuk ve neşesiz bir gülüştü bu.
“Yürümelisiniz, mümkün olduğu kadar çok yürümelisiniz.” diye ekledi. “Ne kadar yürürseniz o kadar iyidir.”
Küçük Prenses, kayınbabasının söylediklerini ya işitmiyor ya da işitmek istemiyordu. Susuyordu. Çok utanmış gibiydi…
Genç kadına, babasının sağlığını sordu Prens. Bunun üzerine Prenses açıldı ve konuşmaya başladı. Artık gülümsüyordu da… İhtiyar, ona ikisinin de tanıdığı birkaç kişiyi daha sordu. Prenses daha da canlandı. Söz konusu kişilerin selamlarını iletti Prens’e, sonra da başkentteki dedikoduları anlatmaya başladı. Gittikçe heyecanlandı.
“La comtesse Apraksine, la pauvre, a perdu son mari et elle a pleuré les larmes de ses yeux.”