zarfı babasına uzatarak “Arzu ederseniz bunu da okuyunuz mon pere.”241 diye karşılık verdi.
Kızının elini itmekle yetindi Prens. Kesin bir tavırla konuştu:
“Dedim ya, üçüncüyü okuyacağım!”
Dirseğini masaya dayayıp üzerine geometrik şekiller çizilmiş defteri kendisine doğru çekmişti. Kızına uzanarak bir elini onun oturduğu koltuğun arkasına koyarken “Hadi bakalım…” dedi.
Yıllardır alıştığı bir kokunun, ihtiyarlara özgü yakıcı tütün kokusunun dört bir yandan kendisini sardığını hissetti Prenses. Prens tamamıyla kendi havasında “Hadi bakalım, küçük hanım…” diye sürdürdü konuşmasını. “Bu üçgenler eşittir. Hemen farkına varırsın biraz dikkat ettiğin takdirde…”
Prenses, babasının gözlerine bakıyordu korkuyla. Yüzünde yer yer kırmızı lekeler belirmişti. Hiçbir şey anlamadığı ve çok korktuğu hemen belli oluyordu. Bu korku yüzünden, babasının daha sonra söyleyeceklerini anlayamayacağı da belliydi. Suç acaba öğretmende miydi bu işte, yoksa öğrencide mi? Zordu bunu kestirmek. Kesin olan, aynı sahnenin her gün tekrarlandığıydı. Gerçekten de her sabah burada, bu odada, Prenses’in gözleri bulanmaktaydı; hiçbir şey söylemiyordu genç kız, hiçbir şey işitemiyordu; babasının kupkuru sert ifadeli çehresini hissediyordu sadece yanında, tütün kokan soluğunu işitiyordu ve bir an önce çalışma odasından çıkıp giderek problemi kendi odasında rahatça çözmekten başka bir şey düşünemez oluyordu. Bunun üzerine ihtiyar da çileden çıkmaya, koltuğunu gürültüyle bir ileri bir geri çekmeye başlıyor ve öfkeye kapılıp patlamamak için kendisini tutmaya çalışıyordu. Yine de her seferinde öfkeleniyor, genç kızı şiddetle paylıyor, hatta bazen bununla da yatışmayarak defteri elinden alıp duvara fırlatıyordu.
O sabah da öyle oldu. Prenses yanlış cevap verdi yine ve Prens, defteri elinin tersiyle iterek “Ne budala şeysin sen!” diye bağırdı.
Hızla arkasını dönüp yerinden kalkmıştı hemen. Bir aşağı bir yukarı dolaştı bir süre, sonra gelip kızının saçlarına şöyle bir dokundu ve yeniden oturdu. Koltuğunu genç kızın koltuğunun yanı başına çekti ve problemi sükûnetle açıklamaya başladı.
Bir süre sonra Prenses, kendisine verilmiş olan ödevlerin yazıldığı defteri almış çıkmaya hazırlanıyordu ki babası, “Bu iş istediğim gibi yürümüyor Prenses!” dedi. “Matematik son derece önemli bir iştir küçük hanım! Senin, çevremizi dolduran o ahmak bayanlara benzemeni istemiyorum katiyen… Ve katiyen unutma: İnsan sabrederse matematikten de hoşlanır!”
Sonra da “Kafanı dolduran bütün o saçmalıklar günün birinde uçar gider, görürsün…” diye bağladı sözlerini.
Yeniden çıkmaya hazırlandı Prenses. Babası, bir el hareketiyle yine durdurdu onu. Yüksek masasının çekmecesinden, yaprakları henüz açılmamış bir kitap çıkarıp uzattı.
“Al bakalım…” dedi. “Senin Heloise bir kitap daha göndermiş sana. Gizemin Anahtarı adlı bir din kitabı. Hiç kimsenin dindarlığı beni ilgilendirmez. Şöyle bir karıştırdım, o kadar! Al. Ve artık gidebilirsin, hadi!”
Hafifçe vurdu kızının omuzuna. O çıktıktan sonra da kapıyı arkasından kilitledi.
Prenses Mariya, yüzünde hüzünlü ve korkulu bir ifadeyle dönmüştü odasına. Bu ifade, aslında pek ender kaybolur ve genç kızın zaten güzel olmayan hastalıklı yüzünü daha da sevimsiz gösterirdi.
Her yanı küçük fotoğraflar ve bir sürü defter kitapla dolu olan yazı masasının başına oturdu. Babası ne kadar düzene düşkünse Prenses de bir o kadar dağınık ve savruktu. Geometri defterini masanın üzerine koyup sabırsızlıkla açtı zarfı… Mektup, Prenses Mariya’nın en yakın çocukluk arkadaşından geliyordu; Rostofların isim gününde de bulunmuş olan Jülia Karagina’dan..
Jülia şöyle başlamaktaydı:
Chère et excellente amie, quelle chose terrible et effrayante que l’absence! J’ai beau me dire que la moitié de mon existence et de mon bonheur est en vous, que, malgré la distance qui nous sépare, nos coeurs sont unis par des liens indossolubles; le mien se révolte contre la destinée, et je ne puis, malgré les plaisirs et les distractions qui m’entourent, vaincre une certaine tristesse cachée que je ressens au fond du coeur depuis notre séparation. Pourquoi ne sommesnous pas réunies, comme cet été, dans votre grand cabinet sur le canapé bleu, le canapé à confidences? Pourquoi ne puisje, comme il y a trois mois, puiser de nouvelles forces mora-les dans votre regard si doux, si calme et si pénétrant, regard que j’aimais tant et que je crois voir devant moi quand je vous écris?
Sevgili ve eşsiz dostum, biricik arkadaşım, ayrılık denilen şey ne kadar da korkunçmuş meğer! Hayatımın ve mutluluğumun yarısını sizde bulduğumu kendi kendime ne kadar tekrarlarsam tekrarlayayım, kalplerimizin bizi ayıran mesafeye rağmen kopmaz bağlarla bağlı olduğunu ne kadar söylersem söyleyeyim, yine de benim kalbim kadere isyan ediyor ve çevremdeki bütün eğlence ve oyalanma fırsatlarına rağmen ayrıldığımızdan beri içimde derin bir hüzün duymaktan kendimi alamıyorum. Neden şu anda da tıpkı yazın yaptığımız gibi sizin o geniş çalışma odanızdaki mavi sedirin, yüreklerimizi birbirimize açtığımız “sır sediri”nin, üzerinde yan yana oturmuş değiliz? Ve niçin bundan üç ay önce olduğu gibi şimdi de o tatlı, o sakin, o insanın derinliklerine ulaşan bakışlarınızdan, size bu mektubu yazdığım sırada karşımda görür gibi olduğum bakışlarınızdan, kuvvet alamıyorum?
Prenses Mariya, mektubun burasına gelince içini çekti ve sağındaki yuvarlak aynaya baktı. Sevimsiz solgun yüzünü ve çelimsiz bedenini gördü aynada. Zaten daima hüzünlü bir ifade taşıyan gözleri, şimdi aynadaki görüntüsüne daha da umutsuz bakıyordu. Beni pohpohluyor! diye düşündü Prenses ve aynaya sırtını dönüp tekrar okumaya başladı. Oysa Prenses’in gerçekten iri, derin ve aydınlık bakışlı gözleri vardı (Güneşin ışınları, ışıldayan bir demet hâlinde bu gözlerden taşıp tüm çevreye yayılıyordu sanki.). Yani Jülia, arkadaşını katiyen pohpohlamamıştı aslında. Öyle güzel gözleri vardı ki çoğu zaman, yüzünün tüm çirkinliğine rağmen bakışlarıyla güzelliğin etkisini kat kat aşan bir etki yaratırdı… Ama o, kendi gözlerindeki bu ifadeyi hiç bilmiyordu; bu ifade ancak kendisini düşünmediği zamanlar gelir yerleşirdi bakışlarına. Kendisini aynada seyretmeye başlar başlamaz da yüzü, bütün insanlarda olduğu gibi anormal, gergin, sevimsiz bir ifadeye bürünürdü… Şöyle devam ediyordu Jülia:
Tout Moscou ne parle que guerre, i’un de mes deux frères est déjà à l’étranger, l’autre est avec la garde, qui se met en marche vers la frontière. Notre cher empereur a quitté Petersbourg et, à ce qu’on prétend, compte luimême exposer sa précieuse existence aux chances de la guerre. Dieu veuille que le monstre corsicain, qui détruit le repos de l’Europe, soit terrassé par l’ange que le Tout-Puissant, dans le siècle oû nous vivons parmi nos vieillards de vingt ans, il a mes frères, cette guerre m’a privée d’une relation des plus chères à mon coeur. Je parle du jeune Nicolas Rostoff, qui avec son enthousiasme n’a pu supporter l’inaction et a quitté l’université pour aller s’enrôler dans l’armée. Eh bien, chère Marié, je vous avoureai que, malgré son extrême jeunesse son départ pour l’armée a été un grand chagrin pour moi. Le jeune homme, dont je vous parlais cet été, a tant de noblesse de véritable jeunesse qu’on rencontre si rarement dans le siècle où nous vivons parmi nos vieillards de vingt ans, il a surtout tant de franchise et de coeur, il est tellement pur et poétique que mes relations avec lui, quelques passagères qu’elles fussent, ont été l’une des plus douces jouissances de mon pauvre coeur, qui a déjà tant souffert. Je vous raconterai un jour nos adieux