düşecek olsa alıp, canları gibi saklamak üzere kapışıyorlar. Sanki Urve’nin dediği gibi Fahr-i Âlem’i bırakıp da dağılacak bir topluluk olmadıklarını hâl diliyle bildiriyorlardı.
Bundan sonra Urve, dönüp de Kureyş ordusuna varınca, “Ey Kureyşliler! Ben Kayser’in, Kisra’nın ve Necâşi’nin divanlarını gördüm. Birçok hükümdarla görüştüm. Yemin ederim ki hiçbirinin milletinde, Muhammed’e ashabının gösterdiği hürmet ve bağlılığı görmedim. Kolaylıkla dağılacak bir topluluk değildir.” diyerek barış yapmalarını istemişti.
Bunun üzerine Ehâbiş Araplarının başı olan Hüleys, “Hele ben de bir kere gidip göreyim.” diyerek kalkıp İslam askerlerinin bulunduğu yere gelmiş. Bir de bakmış ki Kâbe’ye kurban edilmek üzere birçok deve işaretlenmiş. Ashap, “Lebbeyk!” diye çağrışıyorlar. Hemen dönüp Kureyş’in yanına giderek, “Böyle Allah’ın Evi’ni ziyaret için gelmiş olan topluluk, nasıl olur da bundan alıkonabilir? Biz gerçi sizinle anlaşmışız fakat Beytullah’ı ziyaret edecekleri de engellemek için söz vermiş değiliz.” deyivermiştir.
Böylece ister istemez Kureyş reisleri de barışa razı olmuşlardı. Barış için Arap’ın en iyi konuşanlarından, meşhur Süheyl İbni Amr’ı göndermişlerdi. Süheyl, İslam ordusuna gelip Resul-ü Ekrem ile görüştü ve hemen barış şartlarını konuşmaya başladı. Barış şartlarının konuşulması sırasında pek çok münakaşa oldu. Sonunda on yıllık bir barışta karar kılındı. Bu on yıl içinde her iki taraf da birbirine saldırmayacaktı. Ayrıca Hazreti Peygamber tarafından Müslümanların hemen Mekke’ye girerek Kâbe’yi tavaf etmeleri şartı ileri sürüldü.
Süheyl ise “Bu şimdi olamaz çünkü Mekke’ye zorla girilmiş olduğu haberi Arap kabileleri içinde yayılır ve bu yüzden Kureyş’in şan ve şöhreti lekelenir. Fakat gelecek sene olabilir.” deyince, say ve tavafın gelecek yıla bırakılması Hazreti Peygamber tarafından da kabul edildi.
Sonra Süheyl, pek ağır bir şart öne sürdü. Şöyle ki: “Sizden biri bize gelirse reddetmeyelim ama bizden size bir adam gelirse, Müslüman bile olsa kabul etmeyeceksiniz.” dedi. Ashap bu sözden dolayı öfkelendi. “Bu olur şey mi? Bize bir Müslüman geldiği hâlde onu müşriklerin eline nasıl teslim edelim?” dediler. Süheyl ise bu şart kabul edilmedikçe barış yapılamayacağını kesin olarak söyleyince, Resul-ü Ekrem ister istemez bu şartı da kabul etti. Ashap buna şaşarak, “Ey Allah’ın resulü! Bu şartı da yazdıracak mısın?” dediler. Resul-ü Ekrem, “Evet, bizden onlara gidenleri Allah bizden ırak etsin. Onlardan bize gelenler için de yüce Allah elbette bir çare yaratır.” dedi. Oysa Medine etrafındaki kabileler de hac ve tavaf niyetiyle gelmiş olsaydılar, orduda Kureyş’in gözünü yıldıracak şekilde bir kalabalık meydana gelmiş olurdu fakat onlar korkup birlikte gelmediklerinden, İslam askerleri sayıca az, üstelik hac niyetiyle çıkmış oldukları için harp açısından tam hazırlıklı da değillerdi.
Kureyş müşrikleri ise kendi yerlerinde kuvvetliydi ve harp aletleri tamdı. Mekke yakınlarında bulunan kabileleri de toplamışlardı. İslam ordusuna göre kuvvetleri kat kat fazlaydı. Bu durumda Müslümanların ta Mekke şehrinin kenarına kadar gelip de Kureyş’i hiçe saymaları son derece büyük bir kahramanlıktı. Yine öyle kuvvetli bir düşmana karşı orada uzun uzadıya durmaları bile çok tehlikeli bir durum idi.
Bu sebeplerden dolayı Müslümanlara göre her ne şekilde olursa olsun Kureyş ile bir barış yapmak akıl ve hikmetin gereğiydi. Kaldı ki Mekke’de söz Kureyş reislerinde olduğundan, muharebe günleri uzadıkça halk da sürüler hâlinde onlara uyarak harp eder ve bu yüzden İslam dininin yayılması için iki taraftan çok kan dökülmesi lazım gelirdi.
Fakat barış olursa iki taraf birbiriyle serbestçe görüşebilecekti. Resul-ü Ekrem’in mucizelerini, güzel tavır ve âdetlerini, İslam dininin iyiliklerini işiterek ve Müslümanların kavuştuğu hürriyeti görerek müşriklerin kimileri Müslüman olacaktır. Kimisinin de İslam dinine meyil ile Müslümanlar hakkındaki düşmanlıkları azalacak ve o hâlde Kureyş reisleri yalnız kalacaklardı.
Diğer kabileler ise Kureyş’e bağlı hareket ettiklerinden, Kureyş reislerinin kuvvetlerine bu şekilde zayıflık gelirse onlar da Müslümanların tarafına meyledecekleri için İslam dini kısa zamanda, tabiatıyla bütün Arabistan’a yayılacaktı. Kısacası müşriklerin Müslümanlarla serbestçe görüşebilmeleri, İslam dininin az zamanda yayılmasına sebep olacaktı.
Her zaman için barış yapmada aranılacak şey ise gelecekte elde edilecek faydaları sağlamaktan ibarettir fakat ashap bu incelikleri gereği gibi düşünemediğinden, öyle ağır şartların kabulü pek zorlarına gitti.
Kaldı ki Resul-ü Ekrem, Medine’de iken rüyasında ashabıyla birlikte Mekke’ye varıp hac ettiklerini görmüş ve aynıyla olacağını haber vermişti. Ashap da rüyanın hemen bu sene gerçekleşeceğini sanmıştı. Bunun için bu sefer Mekke’ye girip de Kâbe’yi tavaf edeceklerinden hiç şüphe duymazlarken, öyle ağır şartlar ile bir barış yapılıp da Kâbe’yi tavaftan bile mahrum olarak geri dönmek, kendilerine çok ağır geldi. Az kaldı ki birçoğu itaat dairesinden çıkacaktı.
Hatta Hz. Ömer, Hazreti Peygamber’e (s.a.v.) karşı, “Sen Allah’ın resulü değil misin? Bizim dinimiz Hak din değil mi? Niçin bu zillet ve hakareti kabul ediyoruz?” dedi. Resul-ü Ekrem de “Ben Allah’ın resulüyüm ve ona asi olamam. O benim yardımcımdır.” cevabında bulundu. Yine Hz. Ömer, “Sen Kâbe’ye varıp da tavaf edeceksiniz demedin mi?” deyince, Resul-ü Ekrem, “Evet, dedim ama bu sene demedim. Yine diyorum ki Mekke’ye girip say ve tavaf edeceğiz.” dedi.
Sonunda, yukarıda belirtilen barış maddelerine karar verildi. Hazreti Ali, Barış Kâğıdı’nı yazmaya memur oldu. Resul-ü Ekrem, “Önce ‘Bismillahirrahmanirrahim’ yaz.” deyince, Süheyl, “Bu cümleyi tanımam, öteden beri yazılageldiği gibi ‘Bismikâllahümme’ yaz.” dedi.
Ashap buna karşı çıkmak istediyse de sırf kelime üzerindeki bir anlaşmazlık olduğundan ve manaca her iki deyiş arasında fark olmadığı için Resul-ü Ekrem “Bismikâllahümme, yaz.” dedi. Sonra barış yazısının başlığına “Muhammed Resulullah” diye yazdırdı. Süheyl, “Eğer biz senin Resulullah olduğunu kabul etseydik seninle muharebe etmezdik. Onun yerine babanın ismini yaz.” dedi.
Resul-ü Ekrem de “Siz yalanlasanız da ben Allah’ın resulüyüm. Ama zararı yok. Ey Ali! Onu boz da Abdullah’ın oğlu yaz.” diye emretti. Hazreti Ali, “Ben Resulullah kelimesini bozamam.” deyince, Resul-ü Ekrem onu kendi eliyle bozdu ve “Abdullahoğlu Muhammed” diye yazıldı.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.