olarak serbest bıraktı. Sonradan o da imana geldi. Ashabın büyüklerinden oldu.
Rebiülevvel ayında Ebu Zer (r.a.), Medine’ye üç saat uzaklığı olan bir otlakta oğlu ile birlikte, Resul-ü Ekrem’in develerini güderken, Uyeyne İbni Hısni’l-Fezarî’nin, kırk atlı ile gelip Ebu Zer’in oğlunu öldürmüş ve develeri alıp götürmüş olduğu haber verilince Resul-ü Ekrem, hemen Mikdad İbni Esved’in eline bir sancak verdi ve onu süvari ile ileri gönderdi. Kendisi de beş yüz kadar İslam askeri ile binip Necid ülkesinde bulunan Gatafân’a gitti.
Hayber yolunda Medine’ye iki günlük uzaklığı olan Zûkar denen yerde düşmanlara yetişildi. Birkaçı öldürüldü. Develeri geri alındı ve sonra Medine’ye dönüldü. O sırada Kureyş’in bir kervanının Şam’dan çıkıp Mekke’ye doğru gitmekte olduğu işitildi. Onun üzerine Resul-ü Ekrem, cemadiyel-ula ayında Zeyd İbni Harise’yi (r.a.) yetmiş kişilik İslam askeriyle Medine’den çıkardı. Zeyd de gidip Medine’ye dört mil uzaklıkta bulunan, Ays denen yerde Kureyş kervanına rastladı. Kervanı vurup, mevcut olan malları aldı. Bu mallar içinde Safvan İbni Ümeyye’nin epeyce gümüşü vardı.
Bundan başka, bir hayli esir de aldı. Resul-ü Ekrem’in kızı Zeyneb’in (r.a.) kocası olan Ebu’l-As İbni Reb’i de bu esirler içindeydi. Medine’ye gelindiğinde Hz. Zeyneb’e sığındı. O da kendisini himaye edince Resul-ü Ekrem onu bedelsiz olarak serbest bıraktı. Ondan sonra Ebu’l-As da İslam olunca, Resul-ü Ekrem yine Zeyneb’i ona verdi.
Şaban ayı içinde Resul-ü Ekrem, Abdurrahman İbni Avf’ı (r.a.) bir miktar askerle Kelboğulları Kabilesi’ni dine çağırmak üzere Dûmetü’l-Cendel adındaki şehre gönderdi. O da gidip onları üç gün dine davet etti. Reislerinin oğlu Amr İbni Esbağ ki Hristiyan dininde idi. İslam ile şereflenince, kabile halkının çoğu imana geldi. İman etmeyenler de vergi vermek üzere orada kaldı. İbni Avf (r.a.), Esbağ’ın kızı Temadir’le evlendi ve onu alıp Medine’ye getirdi.
Yine şaban ayında, Beni Sa’d İbni Bekir Kabilesi’nin, Hayber Yahudileriyle Müslümanlar aleyhine birleşmek üzere toplanmakta olduğu işitilince Hz. Ali (r.a.), bir miktar askerle o tarafa gitti. Sa’doğullarına rastlayamayıp, ancak Gameç denen yerde onların hayvanlarına rastladı. Beş yüz deve ile iki bin koyun alıp Medine’ye getirdi. Resul-ü Ekrem de onların beşte birini hazine için ayırdı ve geri kalanını gazilere bölüştürdü.
Kısaca Hendek Muharebesi’nde kâfir kabilelerinin dağılarak savuşup gitmeleriyle Müslümanlar, artık meydan buldu ve her tarafa korkusuzca bölükler gönderilir oldu. İslam dini günden güne kuvvet ve şeref kazandı.
İslamiyet’in İnsanlara Tesiri
Cahiliye zamanında Araplar, haksız yere kan dökmek ve yoksulluk bahanesiyle kız çocuklarını diri diri toprağa gömmek gibi, insanlığa yakışmayan, fena huylardan sakınmazlardı. Hırsızlık ve zina gibi çirkin işlerden çekinmezlerdi.
İslam dininde bu gibi kötü huylar ve çirkin işler yasaklandı. İnsanlara üstün ve güzel huylar, faydalı işler yapmaları emredildi. Bu yolda öğütler verildi.
Akıl ve insafı olanlar, Hazreti Peygamber’in mucizelerini ve İslam dininin güzelliklerini görüp iman ettiler. Kabile ve aşiretlerin ileri gelenlerinden çoğu, dillerini çok iyi bilen, çok düzgün ve güzel konuşan, şair ruhlu kimseler olduklarından, Kur’an’ın edebî yönü bakımından son derece yüksek ve erişilmez niteliğine bakarak insan sözü olamayacağını anladılar fakat kavim ve kabilelerine hükmetmeye alışmış olduklarından, bulundukları mevkileri ellerinden çıkarmamak için halkı eski sapık inançlarda tutmakta direndiler.
Hele Kureyşlilerin başları olan kişiler, kendi içlerinde yetişip büyümüş olan şanlı peygambere halk kesimiyle beraber uymaktan utanıyorlardı. Hatta bazıları apaçık bir mucize olan Kur’an’ın yüksek ve asla erişilmez edebî yönüne diyecek bir söz bulamayarak, “Bu Kur’an Mekke ulularından Velid İbni Mugire ya da Taif şehrinin beyi olan Urve İbni Mesud Sakafi gibi büyük bir adama inmeliydi.” dediler.
Bak şu batıl düşüncelere ki kendi aralarında mal ve itibarca büyük bildiklerini, gerçekten büyük sanırlar ve peygamberlik makamının onlardan beğendiklerine verilmesini isterlerdi. Hâlbuki büyük sandıkları adamlardan Velid İbni Mugire gibi bazıları çok geçmeden Mekke’de öldü. Birçoğu da Bedir’de öldürüldü. Bu yüzden Mekke reisliği Ebu Süfyan’da kaldı.
Urve İbni Mesud Sakafi, gerçi daha sağdı ve Taif’te hüküm sürüyordu. Fakat kardeşinin oğlu olan Mugire İbni Şu’be Sakafi; Malikoğullarından, “Lât” adındaki put evinin hizmetçisi olan on üç kişiyi öldürmüştü. Bundan dolayı Malikoğulları ile Mugire’nin kabilesinin arasına büyük düşmanlık girmişti.
Urve, tedbirli ve hatırı sayılır bir adamdı. Bu on üç kişinin diyetlerini verdi ve iki tarafı birbiriyle barıştırdı. Mugire ise Hendek Muharebesi’nden sonra Medine’ye geldi ve İslam ile şereflendi. Mu-gire çok hazırcevap, cin fikirli ve amcası gibi şan ve şöhret sahibi bir adamdı. Bunun için onun imana gelmesi, Müslümanları sevindirdi, müşriklerin ise gücüne gitti.
Kureyş reislerinden ölenlerin yerlerine geçen İkrime İbni Ebu Cehil ve Safvan İbni Ümeyye gibi yeni reisler de babalarının yolunda direnmekte iseler de pek o kadar halkın fikirlerine karşı duramıyorlardı.
Fakat Resul-ü Ekrem ile harp ettiklerinden, onlara uyan halk tabakasının çoğu, Müslümanlar ile kaynaşamadı ve İslam dininin güzelliklerini tanıyamadı. Diğer kabile ve aşiretler de Kureyş ile Müslümanlar arasındaki muharebelerin sonunu bekliyorlardı.
Bununla beraber bir vesileyle İslam dininin güzelliklerini öğrenenler ve özellikle Resul-ü Ekrem’in kutlu yüzünü görenler de yavaş yavaş imana geliyorlardı çünkü Fahr-i Âlem’in (s.a.v.) yüzü herkesten daha güzel ve ahlakı tamdı. Bütün azası tam, birbirine uygun ve seçkin bir hâlde, bütün vasıfları ise ölçülü ve en güzel şekilde idi. Yüzünde nur ve güzellik, sözünde akıcılık ve hoşa gidicilik, dilinde en güzel ifade kolaylığı ve dil açıklığı, anlatışında son derece yüksek bir işleyiş vardı ki her tabakadan insan kendi anlayışı kadar söylenenden mutlaka hissesini alırdı.
Asla boş söz söylemezdi. Her sözü hikmet ve nasihat idi. Herkesin akıl, anlayış ve kavrayışına göre söz söylerdi. Güler yüzlü, tatlı sözlüydü. Ev halkına, hizmetçilerine ve ashabına en güzel şekilde davrandığı gibi, diğer halka da yumuşaklık ve iyilikle muamele ederdi.
Yumuşak ve alçak gönüllüydü, bütün olgunlukları kendisinde toplamıştı. Bununla beraber ağırbaşlı ve heybetliydi. Kutlu meclisine girenler, faydalanırlar ve ferahlanırlardı. Onu bilmeyen biri, ansızın görse, kendisini saygıyla karışık bir korku alırdı.
Kısacası, bütün güzel huylar ve seçkin vasıfların hepsi tam manasıyla onda vardı. Benzeri yaratılmamış, kutlu ve mutlu bir insandı.
Bu duruma göre Kureyş ile bir barış yapılıp da iki tarafın halkı birbiriyle serbestçe görüşebilseler, bütün müşrikler, İslam dininin güzelliklerini ve Resul-ü Ekrem’in mucizelerini görüp öğrenebilirlerdi.
Böylece her tarafta İslam dinine umumi bir meyil olacağı ve kısa zamanda İslam dininin her tarafa yayılacağı açıktı.
Kısacası İslam dininin Arabistan’da kolaylıkla yayılması için bir barışa ihtiyaç vardı.
Hudeybiye Anlaşması
Resul-ü Ekrem, Hicret’in altıncı yılında, zilkade ayının başlarında bin beş yüz kadar ashabıyla Medine’den çıkıp Mekke’ye gitti. Muhterem hanımlarından Ümmü Seleme’yi (r.a.) de beraber götürdü. Niyetlerinin muharebe