İbrahim Alâettin Gövsa

Bedii Terbiye - Estetik Eğitimi


Скачать книгу

p>

      1

      Bediiyat ve Sanatın Membası; Sanat

      Her Ferde Şamil Bir İhtiyaçtır

      Bediiyattan ziyade terbiye nokta-i nazarından tetkik etmek istediğimiz “bedii terbiye – education estétique” meselesine mukaddime olmak üzere evvel emirde şu ciheti mütalaa edelim ki acaba bedii ihtiyaç, hüsün ve sanata karşı incizap nereden çıkıyor? Ve ne gibi saikler hayat için vehleten lüzumsuz görülen bu faaliyete insanları mecbur ediyor?

      Alman psikoloğu Ebbinghaus’a göre sanat: İnsanların istidlal ve basiretlerinden ve “bu basiretin – prévision”un intaç ettiği “uygunsuzluklardan – inconvénients”dan tevellüt etme bir ihtiyaçtır. Bu fikri biraz tavzîh etmek lazım:

      “Garizî – physiologique” tezahürat gibi bütün “ruhi psychique” faaliyetler de gaye olarak ferdin veya nevin tahaffüz ve “bekasına – consevstion”ya hadimdir. Muhafaza-i nefs, endişe-i tahaffuz-ü beka, tekmil zevi-l-ervâhın manayı mücadelesini bize icmal eder. Bu endişenin taht-ı tesirinde inkişaf ve ittisa eden ruhi melekeler hâl-i hazırın nef ve bekasını temine gayretle kifayet edemeyip uzak veya meçhul alakalarla da meşgul oluyor ki o zaman aldığı şekil; “basiret – prévision”dur. Bize tecessüs ve taharri hissini veren, ilim ve fen gibi azîm semereler doğuran hep bu basiret hassasıdır.

      Fakat bizim için basiret maalesef daima mesut neticeler veren bir hassa değil. Saadetine gıpta ettiğimiz bir çocuk -aczinden bihaber olduğu için- anlamak, bilmek, muktedir olmak endişesiyle çırpınan ve bütün kabiliyet ve kudretlerinin mahdut olduğunu bilen bir insandan memnuniyet itibarıyla elbette çok farklıdır.

      Beşerin bütün aczini, hayatın tekmil tehlikeleriyle gayri mer’i musibetlerini ve nihayet ölümün çaresizliğini bilmek basiret hassamızın acı bir neticesi değil midir? Jean – Jacques Rousseau; “Basiret…” diyor “İşte bütün sefaletlerimizin hakiki membası…”

      Filvaki toprağın altındaki ölüleri görecek derecede nafizü’n nazar olursak artık çiçeklere bakamayız.

      Endişe-i tahaffüzün tevlit ettiği uygunsuzluk yalnız bir basiret hassasında değil, o endişenin izhar ettiği ef’âlde dahi görünür. Nitekim tecemmül ve tezeyyün, muhafaza-i hayat için doğrudan doğruya alakadar görünmemekle beraber tamamen o seviye-i ehemmiyete yükselmiştir. Diğer cins tarafından şayan-ı tercih görünmek, düşmanlarımıza îrâs-ı heybet etmek esasından başlayan renk ve ziynet ibtilası faaliyetlerimizin menşe-i esasisi olan “açlık” ve “aşk”a tabii dolayısıyla cevap olan bir hadisedir. Ve bu hadise tekemmül ede ede menşeini gaib etmiş bir hâle giriyor. Bilfarz müdafaa için elzem olmadığı hâlde bile iptidai insanlar âlât-ı harbi-yelerine, bir şekl-i mahsus-u müzeyyen vermeyi ihtiyaç sayıyorlar.

      Zekâ-yı beşer ittisa ettikçe tahaffuza matuf olan ef’âl tebdil veya tezyin-i şekl etmekle kalmayıp diğer birtakım mahazîrin de tevellüdüne sebep oluyor. İşte bu cümleden olmak üzere insan hayal-i nailiyyeti bile meserret bahş olan maksatlarına erdikçe bunları tabii bulmaya başlayarak daima ilerisini istiyor; arzu ettiği bir kazancı temin eden tacir daha fazlasını kazanmaktan, tahayyül ettiği mevki-i içtimaiyi bulan bir adam daha yükseği için çalışmaktan fariğ olmuyor.

      Victor Hugo, “Kızıma” serlevhalı bir şiirinde bu hırs-ı daimîyi ne güzel ifade etmiştir ki Türkçeye şu suretle nakledilebilir:

      Şu tacdâra saray; bî-garam zindan olur,

      O bî-nihaye feyâfîde katre noksan var;

      Zavallı ömr-i beşer; doymaz öyle bir kuyudur

      Ki boşluk onda bütün gün müceddeden başlar…

      İhtimal ki nadirattan olmak üzere hâlinden tamamen memnun olup fazlasını istemeyenler, başka bir şey beklemeyenler de vardır. Hâlbuki bu itminan; ruhi bir noksandan zuhur etmiş değilse ümit ve intizar olunan bir hayalin adımı da hayat için vesile-i meraret oluyor.

      Hülasa gerek elde edilemeyecek daimî gayelerin vücudu, gerek bazı insanlarda olduğu gibi hayatı boş ve heyecansız bir hâle getiren gayesizlik, bize daimî bir telhî ve eza verir.

      Endişe-i tahaffuzun diğer bir silsile-i mahâzîri de içtimai olup cemiyet içinde tabiatıyla hasıl olan sunûf ve aksam arasında suret-i daimîde muhtemelü’l husul bulunan her nevi uygunsuzluktur. Bütün bu sebeplerin tesiriyle sıklet-i âlemin efkâr ve maneviyat-ı beşeri eziyor görünmesine Ömer Hayyam, Rûhî-i Bağdâdî, Hâmid, Fikret… gibi Şark’ta; Schopenhauer, Nietzsche, Spinoza, Rousseau, Spencer, Hugo, Prudhomme… gibi Garp’ta efkâr-ı umumiye-i insaniyet-i cem ve massedip bize tebliğ eden hükema ve üdebanın yazılarında daima tesadüf etmez miyiz?

      İşte tahaffuz için yaptığımız mücadelenin bize temin ettiği fevaid ve in’âm ile birlikte husule getirdiği lâ-yuadd mahzurlar da var ki bunları tamamen değilse bile hiç olmazsa kısmen tadil ve telafi edecek birtakım avamil de mevcuttur.

      Ebbinghaus, bu avamili -her biri mahzurların toplandığı mecmualara tekabül etmek üzere- üç esasa irca ediyor: Din, sanat, ahlak.

      Burada ne din ve ahlakın menşelerini tetkik ne de sanatın psikolojisini tamik edecek değiliz. Mamafih sanatın menabii hakkındaki nazariyeleri telhis etmek faydadan hâli olmayacaktır zannederim:

      Tedkîkât-ı ruhiye ile uğraşanlar sanatın başlıca iki membası olduğunu söylüyor ki onlar da tahaffuzun bir mevlûd-ı ruhisi olan “din” ile mücadele-i hayat-ı istihzarât ve temrinâtı olan “oyun”dur.

      Membanın din olduğu nazariyesine göre deniliyor ki akvam-ı iptidaiye, te’lîh ettikleri eşya ve hayvanatı tasvir ve terennüm ederlerdi. Bidayeten bu tasvir ve terennüm yalnız ruhi bir itminan hasıl ederken bilahare membasından uzaklaştı ve tevlîd ettiği his, müstakil kaldı, yani bir “heyecan-ı bedii” hâline girdi.

      Kezalik membanın oyun olduğu nazariyesine göre şu fikirler yürütülüyor ki tahaffuz ve mücadeleye matuf bir hazırlık ve temrin olan hareket ve faaliyetler bilfarz raksta olduğu gibi vezin ve ahengin yardımıyla iştirak edenleri telzîze başladı ve bilahare menbası gaip olarak “hazz-ı bedii” müstakil kaldı.

      Zevk-i bedii ve sanatın membası hakkındaki münakaşalar, reyler, nazariyeler pek ziyade tatvîle mütehammildir. Ben sanatın her fert için bir ihtiyaç olduğunu anlatmak üzere ihtiyar ettiğim bu mukaddimeyi Anatole France’ın bir fikriyle bitireyim: “Başlı başına hayatı taltif eden bir şey olduğu için sanat herkese ait olmalıdır çünkü her şeyde sanat vardır ve her fert onu ibda eder. Güzellik karşısında sanatkâr ile hirfetkâr müsavi olup sanayi-i nefîse ile “hirfete ait sanatlar – les arts industriels” iftirak etmezler. Sanat; bütün hazların membası, tekmil fezailin çiçeği ve varlığın -kendi hesabıma hayat-ı beşer için bir türlü keşfedemediğim-manasıdır…”

      2

      Bedii Terbiyede En Mühim Şart; Spencer’ın Tenkitleri; Yarım Edebî Bilgilerin Tehlikesi; Bedii Terbiye Hayatın Her Türlü Tezahüratına Şamil Olmalıdır

      Sanatın hayat için bu derece mühim ve gayri kabil-i ihmal olduğuna delil getirirken hemen şunu da ilave edelim ki bu sahifelerde bedii terbiye bütün hayat alakalarından ari, mahzâ zevk ve ziynet kabîlinden olarak kabul ve terviç edilecek değildir. Çünkü şeniyet ve maddiyete bigâne nesillerin yetişmesine sebep olan usuller tecrübe edilmiş ve asırlardan beri birçok cemiyet, onların netayic-i seyyiesini çekmiştir.

      Nitekim Spencer “Değeri En Fazla Olan Bilgi Hangisidir?” başlıklı makalesinde müzeyyenât ve zevahirin, bidayet-i insaniyetten beri elbise ve havâyice takaddüm ettiğini ve âlem-i maddide görülen bu hâlin, âlem-i zihnîde de böyle olduğunu; mesela eski Yunan mekâtibinde başlıca musiki, şiir ve belagat ile ef’âl-i beşer üzerinde tesiri pek az olan kısma münhasır kalmak şartıyla felsefe dersleri tedris olunup; hirfete kabil-i tatbik bilgilerin pek aşağı derekede telakki edildiğini söylüyor ve bu hâlin, Avrupa darülfünunlarıyla liselerinde ve salon terbiyesinin bilhassa kadınlara ait olan kısmında hâlâ devamını tenkit ediyor.

      Spencer’ın, Avrupa âlem-i fikrîsine ait olan tenkîdatı bize de hatta fazlasıyla kabil-i tatbikdir zannederim. Mevki-i itibarda bulunan bilgilerimiz, yaşayıştaki ihtiyaçlarımıza daima