İbrahim Alâettin Gövsa

Bedii Terbiye - Estetik Eğitimi


Скачать книгу

eğreti giyinmiş insanlar gibi çolpa bir vaziyet, sizi saran hevâ-yı muhitinde bir şemme-i gılzet vardır.

      Bugünün küçük mekteplileri; dükkânının önünde çorapsız oturan yahut mahalle kahvesine entarisinden, dizliğinden paçası sarkarak giden pederlere benzememelidir. Bilhassa küçük kızların, istikbalde mesut ocaklar kurmaya namzet olan bu yavruların bedii terbiyeden almaları lazım gelen nasip, umumi hayat için ne kadar müessirdir. Zevkî terbiye görmüş bir kadının muntazam ve şirin evi; ailenin bir zaman-ı saadeti değil midir?

      Eslafın asil ve kıymetdar zevklerini ihtar ve payidar eden mabetlerde, çeşme ve sebillerde ahlaf tarafından yapılan tamirat çok defa ne kadar bayağı ve feci oluyor…

      Emsal ve delail ile bahsi uzatmayı pek müfit bulmuyorum. Bu teferruat öyle meselelerdendir ki birkaçı teşrih edilince kari için derhâl tevisi ve ikmali kolaydır.

      Bedii terbiyenin gaye ve lüzumu bu suretle tavazzuh edince nevbet-i tetkik vesâitine gelir.

      4

      Sanat ile Hayatın Telifi; Fen ve Sanat; Spencer’ın Reyi; Çocuklarda Zevk; Muhitin Zevk Üzerine Tesiri; Beşikten Mezara Kadar Zevk ve Güzellik Avamili; “Darwin’in Esefleri”

      Aile ve mektepte tatbik edilecek bedii terbiye vasıtalarını -evvelce de işaret ettiğim veçheyle- eski medeni kavimlerdeki usullerde arayacak değiliz. Onlar her çocuğa musiki, şiir ve belagat talim ettirmekle bedii terbiyeyi âdeta mesleki bir şekilde vermek isterlerdi. Hâlbuki bu tedbirler son asırların ihtiyaçlarına tevafuk etmiyor. Daha doğrusu son asırların hayati icapları o tedbirlerin tatbikine imkân bırakmıyor.

      Belki bir gün gelecek ki insanlar tabiatın kuvvetlerini kendilerine daha ziyade ram edecekler ve her nevî ihtiyacı pek az çalışmakla istîfa eyleyecekler. O zaman sanat onların hayatında daha çok yer tutacak ve sanat için sanat nazariyesi daha kolay anlaşılacaktır. Fakat bugün umum için yapılacak şey; tabiatın, eşyanın, fennin kendiliğinde mevcut bulunan güzelliğini göstermek, hissettirmek; daimî mücadeleler içinde biraz huzur anları yaşatmak; zevk-i selîm ve bediiyeti her nevî tezahürlere mezcederek sanat ile hayatı tamamen telif eylemektir.

      Ancak burada istitraden işareti lazım bir nokta var. Her yerde, bilhassa muhitimizde sanat ile maddiyetin, ilim ile şiir ve bediiyetin birbirine zıt mefhumlar olduğu umumi ve mutlak surette söylenir. Eğer şiiri yaşayışımızdan uzak, sanatı malumatımızdan hariç olarak telakki etmek lazımsa bunları mecz ve telif etmek nasıl mümkün olur.

      İlim ve fen ile şiir ve sanatı birbirine daima dargın iki ayrı mefhum gösteren şüphesiz bizim su-i telakki ve tarz-ı terbiyemizdir. Yoksa umumi malumata malik olan bir âlim sanata veya bir şair ilim ve fenne yabancı bulunmamak ve bütün fertler bedenî, fikrî, hissî ve bedii terbiyeden muvazi bir surette nasîbedâr olmak pek tabii bir lüzum değil midir?

      Spencer diyor ki: “Heykel, resim, musiki ve şiir yalnız ilim ve fenne istinat etmekle kalmaz; belki bizzat ilim ve fen de şiirdir. Ve fen ile şiirin birbirine zıt olduğu hakkındaki umumi fikir sui telakki eseridir. Filhakika vukuf ile heyecanın bir an içinde saha-i şuurumuzda yer tutamayacağı şüphesizdir. Kezalik fazla faaliyet-i fikriye hissiyatı ve bilmukabele hissiyatın şiddeti tefekkürü nehyedebilir. Bu itibarla muhtelif tarzlardaki faaliyetlerin mütezadd olduğunu söylemek doğrudur. Ancak doğru olmayan şey ilim ve fen hadiselerinin şiirden muarra olması ve ilmî harsın hayale ve güzellik aşkına bizi gayri müsait kılması zehabıdır. Bilakis ilim ve fen; meşgul olanlar için öyle şiir avamili açar ki cahil bunu görmekten acizdir. Taharriyat-ı ilmiye ile uğraşanlar -yalnız diğerleri kadar değil- belki onlardan daha fazla şiddetle mevzularının şiirini hissediyorlar ki bunu eserlerinde görüyoruz: Miller ve Lewes’in tabakât ve tabita ait eserlerini açanlar fennin, şairane hisleri söndürmek değil, belki şiddetle tahrik etmek hususundaki tesirini teslim ederler. Goethe’nin hayatını inceleyenler, şâirlikle âlimliğin bir fertte müsavi bir mükemmeliyetle nasıl içtima ettiğini bilirler. Tabiatı ne kadar tetkik edersek o kadar az takdir ve tebcil edeceğimizi zannetmek hezeyân-âlûd ve küfr-âmîz bir fikir değil midir? Alelade bir insana göre hiç de düşündürücü olmayan bir damla su, zanneder misiniz ki -o damlanın teşekkül ettiği anâsırı toplayan kuvvet, birdenbire ayrılmış olsa, bir şimşek husûle getireceğini bildiği için- bir hikmetşinas nazarında ehemmiyetini gaip etsin. Hayret-âver bir surette mütenevvi ve zarif olan kar billûratını mikroskop altında tetkik etmiş bir adamda kar parçalarının sükütunu görmekle, bununla iştigal etmeyen diğer birisinden daha yüksek fikirler uyanmayacağı tasavvur edilebilir mi? Tedevvür etmiş ve muvazi hufrelerle yivlenmiş olan şu kayalık -üzerinden bir milyon sene evvel bir cümûdiyyenin geçtiğini bilen- tabakât mütehassısında uyandırdığı şiiri cahilin fikrinde de tevlît edebilir mi? Hakîkat bu ki fenne nüfuz etmemiş olanlar kendilerini ihata eden şiirin pek büyük bir kısmına karşı âmâdırlar.”

      Mevzumuza doğrudan doğruya hadim olan fikirlerini aldıktan sonra Spencer’ı, misallerini teksir ederek muhâkemâtına devam etmek üzere terk edebiliriz.

      Tabiatı, eşyayı yalnız iyice tanımak değil belki onları güzellik fikriyle, tahassüs ve heyecanlarla tedai ettirmek ve küçükten beri buna itiyat edinmiş olmak lazım ki bedii terbiyenin arzu edilen semereleri iktitâf edilebilsin.

      Küçüklüğünde çayırları dolaşarak nebatat ve haşerat koleksiyonu yapma merakında bulunan Spencer, “Gençliğinde nebatat ve haşerat koleksiyonu yapmamış olanlar; çemenlerde ve çalılıklardaki şiiri tanıyamazlar…” cümlesini bihakkın yazıyor.

      Kezalik, George Sand, “Annem…” diyor, “Bütün intibalarına beni de teşrik ederek güzelliğin bende “tav’î – spontane” bir hâlde inkişâfına sebep olurdu. Mesela güzel bir bulut, güneşin şayan-ı dikkat bir manzarası yahut berrak ve cari bir su karşısında beni tevkif ederek nazar-ı dikkatimi celbederdi. Kendi kendime hiç de dikkat etmeyeceğim bu güzellikler o zaman bende taayyün eylerdi…”

      Çocukları bedayiye karşı tenbih etmek, gerek ailede gerek mektepte vasi ve umumi bir surette istimal edilebilecek bir vasıtadır. Şu şart ile ki güzellikler onların alakalarına uygun ve idraklerine makrun olsun.

      Birçok hususlarda iptidai insanlara benzetilen çocuk, bu meselede de onlardan ayrılmaz. Sizi saatlerce tevkif eden bir müze salonu köylü için, çocuk için bir dükkân camekânına nispetle hiç de alaka ve dikkati mucip değildir. Fuzûlî’nin “Su” redifli kasidesini ezberlemek, Wagner’in muazzam bir bestesini dinlemek onlarda hiçbir heyecan uyandırmaz.

      Compayré’nın dediği gibi Loti’nin çocukken önünde korkudan titrediği bipayan denizleri, hâkim kütlelerinin müthiş manzarasıyla hayali ezen azîm şahikaları çocuğa temaşa ettirmeyi düşünmemeliyiz.

      Bedenî, fikrî terbiyenin bütün aksamında olduğu gibi bedii terbiyede de miyarı kendimizden değil, çocuktan almalıyız. Zaten eski terbiye ile yeni terbiyenin ayrılık noktası bu değil midir? Biz çocuktan öğrenmeliyiz ki ona öğretebilelim. Tabiatın ihtişam ve azameti, asar-ı sanatın derinlik ve yüksekliği ona bir şey ifade etmez. Belki küçük nebatlar, çiçekler, böcekler, kelebekler zarafeti basit oyuncak ve eşya, ahengi mahsus besteler, lisanı kadar derinliği de mahdud şarkı ve şiirler onu celp ve tehyiç etmekte elbette daha büyük kuvvet ve sihri haizdirler.

      Denilebilir ki çocuğa lazım olan “güzel” şeylerden ziyade “hoş” şeylerdir. Bu “hoş” şeyleri “güzellikler” hâline dönüştürmek için seviye ve zihniyetin terakki ve inkişafını tedriç ile takip etmek zaruretindeyiz.

      Küçüklerin lisanları, meşguliyetleri, oyunları intihap yaklaşımları üzerinde yapılan tecrübeler gösteriyor ki mürahiklik zamanından, bilhassa sinn-i buluğdan evvel mücerredattan müşahhasa meyil var. Hâlbuki mürahiklik başlayınca amil-i hayat olmakta tahassüs ve heyecanın hissesi pek ziyade artıyor. Mücerredat