her şeyin evsaf-ı hariciyesine göre değil belki kendi ihtiyâcât ve tahassüsatına nazaran hükümleri kendisinde “enfüsiyet – subjectivite”nin daha hâkim bir unsur olduğuna delalet etmektedir.
Hayat yolunun buhranlı ve tehlikeli bir dönüm yeri olan bu birinci gençlik zamanında, bedii terbiyeden edeceğimiz istiane mahiyetçe büsbütün farklı olmak ve bilhassa ferdî ve ictimaiahlak için büyük bir yardımcı mahiyetinde bulunmak icap ediyor.
Hülasa bedii terbiyeyi terviç için istimal edeceğimiz vesaâit, etfalin ferdiyetine göre mütehavvil ve daimî bir tedrice tabi bulunmalıdır.
Terbiyenin diğer amillerinde olduğu gibi bu meselede de muhitin tesiri başlıca ehemmiyete şayan bir noktadır. İyilikle muhât oluş nasıl ahlak için derin ve mesut izler husulüne sebep ise; güzelliklerle daima hâl-i temasta bulunuş da zevk ve hayal üzerinde kavi intibalar zuhuruna en emin bir vasıtadır. Bir mürebbinin dediği gibi “İsteyiniz ki şehir yavrularının etrafında beşikten itibaren her şey mütebessim olsun. Köy çocuğunun seması, ağaçları, güneşi, nebatatı var. Hâlbuki şehir çocuğu fakirlerde pislikten, zenginlerde bediiyyetin noksanından, mutavassıtlarda zevkin fıkdanından dolayı ekseriya manen ve maddeten soluyor.”
Çocukları ahlaki levslere ve çirkinliklere maruz bulundurmaktan nasıl içtinab edersek maddi eşyanın çirkin ve nahoş tesiratından da öylece vikaye etmeliyiz. Fakat bunu söylemekle “Çocuklara güzel olmadıkları için kukla ve karagöz gibi oyuncakları vermemelidir.” re’yinde bulunanlar kadar ileri gitmek istemeyiz.
Arzu edilen şey; aile ve mektep yuvasının muntazam, temiz ve mümkün olduğu kadar zarif, zevk-i selîme muvafık olmasıdır. Ta ki çocuk güzel şeylerle muhat olarak yaşamak itiyat ve ihtiyacını kazanmış olsun. İyi misallerin fazilet ilham etmekteki kabiliyetleri kadar güzel eşya ve misallerin de zevk ve bediiyet telkin eylemekte kudretleri var.
Etrafımıza baktıkça bizi her veçhesiyle incitebilecek mahiyette bulunan eşya ve hadisat arasında bedii duygularımızı kemiren kısımların da tadat edilemeyecek kadar mebzul olduğunu görüyoruz. İnsan, umumi yerleri, bilhassa çocukların fazlaca temas ettikleri tiyatro, sinema karagöz ve meddah gibi mecraları düşündükçe; Rousseau’nun “Emile”inde “Her şey saninin elinden çıkarken iyidir, her şey insanların ellerinde bozulur.” mukaddimesiyle başlayan sözlerine bütün kalbiyle taraftar oluyor. Kapılarının önünde musiki şeklindeki çığırtkanlıklarıyla; yazılarında, resimlerinde, renklerinde bile bir katre-i âhenk ve zarafet bulunmayan ilanlarıyla çocukları celbeden temaşagâhlarımızın azîm bir ekseriyeti; binaları, dâhilî tertipleri, arz ettikleri temaşalar itibarıyla herkes için bilhassa çocuklar için ne kadar elim tesirleri haizdirler.
Her memlekette tiyatro umumi harsın inkişafı için en mühim bir müessir oluyor. Edebiyat cereyanlarının büyük hatlarını, musiki, lisan ve resmin en güzel numunelerini, uzak veya geçmiş kavimlerin mahsusatını, bedii bir hülasa tarzında tiyatrolarda telakki eden halk, uzun mütalaa ve tahsile muhtaç olmaksızın seviyesini yükseltmiş oluyor. Avam bile temas edemeyeceği yüksek âlemlerde, eski milletlerin kibar hayatlarında nasıl konuşulduğunu, nasıl giyinildiğini, nasıl döşeme ve tezyinat yapıldığını anlayarak zevk için intihaplar yapmaya feeri’lerin ve daha türlü güzelliklerin dalaletiyle servet-i hayal iktisab etmeye imkân buluyor. En ümit edilmeyen iş adamlarının bile size yüksek eserlerden, bestelerden, büyük sanatkârlardan bahsedebilmeleri ancak tiyatro sayesinde değil midir?
Hâlbuki bizde bedii heyecan veya hiç olmazsa zevke ait ufak bir itminan ile tiyatro binalarının terk edildiği vakıası herhâlde pek nadir istisnalardandır. Hiç olmazsa tiyatrolarda tabii ve temiz bir Türkçe işitmek mümkün olsaydı… Heyhat!..
Ahlak ve zevk için birer terbiye-gâh olması lazım gelen bu ticarethaneler ifa ettikleri makus hizmeti hiç olmazsa yavrularımızdan diriğ etmeselerdi… Fakat bu fedakârlığı kendilerinden ümit etmek elbette safderunluk olur.1
Sinemalar Avrupa’da olduğu gibi çocuklara mahsus şeritler tedarikine ve günler tahsisine mecbur edilse ve mucib-i tecessüs şeritleri çocukların zararına teşhirden memnu bulundurulsa; Karagöz ve meddah gibi ekseriyetle pek galiz olan tuhaflıkların gılzetleri zabıta-i bediiye ve ahlakiyece tahfif olunsa; diplomasız etıbba gibi cahil temaşacılar ve tuluatçılar serbest bırakılmasa halkımız ve bilhassa çocuklarımız bir hayli zevk ve ahlak hastalıklarından kurtarılmış olurlardı.
George Sand, İtalya’da, insanların sanatkâr doğmalarının sebebini kendi kendine sorarak “Çünkü…” diyor, “Onlar güzelliklerle muhattır. Biz Fransızlar ise çirkinlik ve adilik içinde yaşıyoruz…” Aynı telehhüf şehirlerimiz hakkında izhar edilse o büyük kadının ihtiyar ettiği kadar mübalağa yapılmış olmazdı.
Memlekette sanatın bu kadar çorak kalmasına içinde yaşadığımız muhitin, takip ettiğimiz tarz-ı hayatın kati tesirleri var. Issız, ölü mahallelerin; ağaçsız, çiçeksiz, dar ve kirli sokakların ziyasız, kasvetli evlerinde hakiki bir sanat hayatının fışkırmasını beklemek bir malihulya olur.
Millî zevki yükseltmek hususundaki vesait meyanında medeni memleketlerde yalnız muntazam sokaklar, umumi bahçeler, müzeler, heykeller, tiyatrolar yapılmakla iktifa edilmiyor, hatta bazı şehirlerde halk evlerini çiçeklerle süslemek hususunda teşvik edilerek en ziyade muvaffak olanlara ikramiyeler tevzi olunuyor. Bu sayede mesela Zürih gibi bazı memleketler balkonlarından birer çiçek bahçesi taşan binalarıyla baştanbaşa bir şehr-i müzehher hâlindedirler.
Çiçek onların hayatına ne kadar çok karışmıştır. Pazardan avdet eden bir işçi kadının sebze sepetine, mütevazı bir amele sofrasına varıncaya kadar her yerde çiçek muhakkak tesadüf olunan bir ihtiyaçtır.
Yalnız hayat değil, ölüm bile çiçeklerden mahrum bulunmuyor. Mezaristan; musanna türbeleri, abideleri, büyük küçük heykelleriyle bir sanat meşheri olduğu kadar âdeta bir çiçek bahçesi gibidir. İnsan o güzel çiçekli makbereler arasında gezerken ölümden daha az tevahhuş eder. Bugün bizim en muazzez vücutları sinesine tevdi ettiğimiz topraklar bir daha ziyaret edilemeyecek derecede perişan ve ye’s-âverdir. Avrupa’da bir köy mezarlığı bile büyük ve mütemadi bir ihtimam eseri olarak ölülere ihtiram edildiğini ispat eder. Avrupa’dan misal getirmeye pek de hacet yok. Beraber yaşadığımız gayri müslim milletlerin mezarlıkları bizimkilerle kıyas edilemeyecek derecede temiz ve muntazamdır. Müzeyyen türbelerimize, âbidâta mücavir makbe-relerimize bakılırsa ecdadımızın bu hususta bizden daha yüksek düşündükleri görülüyor. Dinimiz ve an’anâtımız emvata ihtiramı telkin ve terviç etmekte iken ne hazindir ki biz, mekâbir-i ecdât üzerinde koyun, bârgîr ve merkep sürülerinin otlamalarına, hatta köpeklerin telvîsâtına bile müsamaha ve müsaade ediyoruz…
Halkı beşikten mezara kadar güzelliklerle muhat bulunduran avamil-i muhitiyenin birdenbire tahakkukunu istemek şüphesiz muhali beklemek olur. Ve bizde, muhit-i umumiyenin bu noksanını yine en çok mekteplerden başlamak suretiyle tashih ve telafiye çalışmaktan başka çare yoktur zannederim.
Bedii terbiye noksanının, yüksek zevklerden mahrumiyetin nasıl bir noksan-ı saadet olduğunu ve bu eksiklikle insanın zekâsı ve seciyye-i ahlakiyesinin de müteessir olacağı kanaatini Darwin, kendi hayatını yazarken teessüfle anlatıyor. Darwin’in bu satırlarını William James, terbiye hakkındaki musahabelerinde itiyadın kuvvetine misal olarak zikretmiş, mevzumuza yani bedii terbiye lüzumuna temas ettiği için naklediyorum: “On üç ve takip eden yaşlarımdayken her nevi manzumelerden pek ziyade haz alırdım ve mektepli saffetiyle Shakespeare’i bilhassa onun tarihî piyeslerini lezzetle okurdum. Resim ve musiki için de büyük bir haz duyardım. Hâlbuki senelerden beri artık bir satır şiire bile tahammül edemiyorum. Son zamanlarda Shakespeare okuyayım dedim fakat kabil-i müsamaha olmayacak derecede can sıkıcı buldum ve âdeta müteneffir oldum. Bunun