Kalbi” romanının asıl kurgusunun zaman ve mekânlarıyla ilgili bu tespitleri yaptıktan sonra şu hususu da belirtmekte fayda var. Eserde, yazar her ne kadar oğlunun tuttuğu bir yıllık günlükten yola çıkmışsa da her ayın sonuna “Bu Ayın Hikâyesi” başlığı altında günlük dışından hikâyeler yerleştirerek eseri hem anlatım teknikleri açısından zenginleştirmiş hem de vermek istediği mesajların sağlıklı bir şekilde okurlarına ulaşmasına yönelik bir çaba içine girmiştir. İşte bu hikâyelerde işlenen zaman ve mekânlar konusunu genel tespitlerimizin dışında tuttuğumuzu da bilmelisiniz.
“Çocuk Kalbi” romanının hareket noktası her ne kadar bir çocuğun günlüğü ve çocuk duyarlılığıysa da aslında bu eserde; çocuk, anne, baba, kardeş ilişkileri çerçevesinde bir aile modeli ile eğitim ve öğretimin başarısını arttırmada olmazsa olmazlardan olan okul-aile işbirliği ve öğrenci merkezli okul, öğretmen, öğrenci, arkadaş, aile ilişkileri hususlarında zengin, duyarlı gözlemler ağı vardır. Buna sağlıklı bir aile reisinin ve bir babanın, eğitimci, yazar, gazeteci, gezgin, savaşı da görmüş bir vatansever dikkati ve hassasiyeti de eklenince, küçük büyük herkesin zevkle okuyacağı, okuduğunda kendince birtakım çıkarımlarda bulunup çeşitli kazanımlarla yarını kucaklamaya yönelik adımlar için kararlılık göstereceği bir roman ortaya çıkmıştır.
Hikâyedeki başarıya anlatımdaki kıvraklık da eklenince kitap, arananlar ve ısrarla her dilde yeni baskıları yapılan eserler arasında yerini almıştır.
Ekim
MEKTEBE DÖNÜŞ
Bugün yine mektebe başlıyoruz. Tatil aylarımız bir rüya gibi geçti. Üçüncü sınıfa kaydettirmek için annem beni Baretti Dairesine götürürken bir kır âlemini, bir de istemeyerek şu mektebe gidişi düşünüyordum. Bütün sokaklar çocuklarla, iki kitapçı dükkânı ise defter, kâğıt ve cüzdan alan ebeveyn ile dolmuştu. Mektebin önünde o kadar kalabalık vardı ki kapıcı ve belediye memuru kapıyı serbest bulundurmakta zorluk çekiyorlardı.
Gireceğimiz sırada omzuma dokunulduğunu hissettim. Bu; kırmızımsı, perişan saçları ve hiç değişmeyen neşesiyle ikinci sınıftaki hocamdı.
“Artık Hanri…” diyordu, Seninle tamamen ayrıldık.”
Bunu bilmekle beraber bu söz beni müteessir etmişti. Epeyce uğraşarak içeriye girdik. Efendiler, hanımlar, avama mensup kadınlar, ameleler, zabitler, büyükanneler ve hizmetçiler, her zat bir elinde bir çocuk, diğerinde bir paket tutarak bekleme salonunu ve merdivenleri büyük bir gürültü ile dolduruyorlardı.
Zemin katının bu büyük avlusunu haz ile seyrediyordum. İçerisine yedi dershane kapısı açılan bu avluyu üç seneden beri belki her gün geçmiştim. Kalabalık vardı. Muallimler gidip geliyorlardı. Birinci sınıftan bir muallim; dershanenin kapısı eşiğinden beni selamladı ve “Hanri…” dedi. “Sen bu sene birinci kata gidiyorsun. Artık buradan geçtiğini bile görmeyeceğim.” Ve bana hüzünle bakıyordu.
Müdürü gördüm. Sakalı bana geçen senekinden biraz daha beyazlaşmış gibi geldi. Etrafı çocuklarına yer kalmadığı için şiddetle itiraz eden hanımlarla çevrilmişti. Birçok arkadaşı daha da büyümüş gördüm. Zemin katında dağıtma işi bittiği zaman, ilk sınıflardan dershaneye girmek istemeyen ve minimini eşekler gibi inatçılık eden çocuklar görülüyordu. Onları zorla sınıfa sokmak lazım geliyordu. Bazıları sıralarından kaçıyor, bir kısmı da ebeveynlerinin uzaklaştıklarını görerek ağlamaya başlıyorlardı. Ebeveynden bazıları teşvik yahut teselli etmek için geri dönüyorlar ve bu durumdan dolayı muallimeler üzülüyorlardı.
Küçük kardeşim, Matmazel Delkati’nin dershanesine, ben de birinci katta Mösyö Perboni’nin sınıfına verilmiştik. Saat onda hepimiz sınıfta idik. Elli dört talebe. Bunların içinden ikinci sınıftan arkadaşlarım olan ancak on beş veya on altısını tanıyordum. Daima birinci mükâfatı alan Derossi de orada idi. Birkaç haftayı geçirdiğim dağlar ve ormanlarla mukayese edince mektep bana ne kadar küçük, ne kadar hazin geliyordu. İkinci sınıftaki hocadan ayrıldığıma da teessüf ediyordum. O ne kadar iyi idi, bana ne kadar gülerdi. Boyu o kadar küçüktü ki bize bir arkadaş tesiri yapardı. Karışık kırmızımsı saçlarıyla artık onu görmeyeceğime teessüf ediyordum.
Şimdiki hocamız kocaman, sakalsız. Uzun kır saçları, alnının ortasında da bir büklüm var. Sesi de kalın. Sanki kalbimizin içini okuyacakmış gibi sıra ile bize gözünü dikerek bakıyor ve hiç gülmüyor.
Kendi kendime: “İşte birinci gün, diyordum. Tatile kadar daha on ay var önümüzde; çalışma, ne kadar imtihanlar, ne kadar yorgunluklar…” Çıktığım zaman, annemi bulmaya hakikaten ihtiyacım vardı. Ve onu kucaklamak için koştum. Bana “Cesaret Hanrici’ğim!” diyordu. “Seninle birlikte çalışırız.” Eve sevinerek dönmüştüm. Neme lazım. Artık mektepte daima güleryüzlü, daima iyi ve neşeli olan hocam yok ki. Orası, bana geçen seneki gibi hoş gelmiyor.
YENİ MUALLİM
Yeni muallim, bu sabahtan itibaren hepimize kendini sevdirdi.
Girdiğimiz zaman henüz yerine oturmuştu ki son senede bulunan eski talebelerinden bazıları geçerken dershanenin kapısından onu selamlıyorlar ve “Günaydın muallim”, “Günaydın.” Mösyö Perboni.” diyorlardı. İçlerinden bazıları elini sıkmaya geliyor ve koşarak avdet ediyorlardı. Görülüyordu ki eskiler onu seviyor ve yine kendi muallimleri olmasını arzu ediyorlardı. O, sade günaydın diye cevap veriyor ve kendine uzatılan elleri sıkıyordu, fakat hiç kimseye bakmıyordu, pencereye dönmüş, karşıdaki evin damına bakarak her selamda ciddi tavır ile eğiliyordu. Bu muhabbet alametleri, anlaşılıyordu ki onu sevindirecek yerde müteessir ediyor. Bize, biz “yenilere” gelince ayrı ayrı dikkatle bakıyordu. İmla yazdırırken yerinden aşağıya indi ve sıralarımızın arasında gezinmeye başladı. Çehresi kızarmış, yüzü küçük kabarcıklarla dolmuş bir çocuğu görerek imlayı kesti. Çocuğun başını elleri arasına alıp ateşini muayene ile nesi olduğunu soruyordu. Bu aralık arkasında bir talebe sıranın üzerinden kalkarak maskaralık yapmaya başladı.
Muallim süratle döndüğü zaman çocuk yakalanmış, derhâl yerine oturmuştu ve tekdiri bekleyerek başı eğilmiş kaldı. Mösyö Perboni şaşkın çocuğun omuzuna elini koyarak “Bir daha yapmayınız!” dedi. Tembihi işte bundan ibaret oldu ve yerine dönerek yine imlaya devam etti.
İmla bitmişti. Muallim bir an sükûn ile bize baktı ve sonra iri sesiyle, fakat iylikle dolu bir ahenkle dedi ki:
“Dinleyiniz çocuklarım! Önümüzde, beraber geçirilecek bir senemiz var. Onu iyi geçirmek için kendimiz de iyi olalım. Benim ailem yoktur. Onun yerini dolduran sizsiniz. Geçen seneye kadar annem vardı. O da öldü. Ben büsbütün yalnız kaldım. Dünyada sizden başka kimsem, sizden başka düşüncem, sizden başkası için muhabbetim yok. Siz benim evlatlarım olmalısınız. Ben sizi seveceğim çocuklarım. Siz de beni sevmelisiniz. Ben kimseye ceza vermek istemem. Bana ispat ediniz ki siz de vicdanlı çocuklarsınız. Mektebimiz bir aile hâline gelecek siz de benim tesellim, iftiharım olacaksınız. Bana cevap vermenizi istemiyorum, çünkü eminim ki içinizden hepiniz bana evet, dediniz. Size teşekkür ederim.”
Bu esnada dersin bittiğini haber vermek üzere kapıcı girdi.2 Hepimiz yerlerimizden sükût içinde kalktık. Sıranın üstüne çıkan çocuk muallime yaklaştı ve titrek bir sesle “Beni affediyor musunuz efendim?” dedi.
Muallim onun alnından öperek “Zararı yok çocuğum!” dedi, “Haydi gidiniz!”