M. Turhan Tan

Cem Sultan


Скачать книгу

gelir!”

      Ve sonra izahat verdi, efendisinin harbe hazırlandığı günden beri gözüne uyku girmediğini, sabahlara kadar yatakta kıvranarak bu ağır hicrandan kurtulmak çareleri aradığını, nihayet erkek kıyafetine girip orduya karışmayı tasarladığını anlattı.

      “Ben…” dedi. “Odama geleceğini ummuyordum. İşin çok, başın karışık. Lakin hazırlanmıştım, babama yalvarıp bir de at hazırlatmıştım. Kolayını bulup buradan savuşacaktım, gölgen olup sana kavuşacaktım. Galip geleceğin güne kadar da kendimi saklayacaktım, şimdi sırrım faş oldu ama gönlüm daha hoş oldu. Yola izninle çıkıyorum.”

      Cem, İren’in zarif kavuğunu biraz çarpıttı, perçemlerini düzeltti, kaftanının düğmelerini, belindeki şalın kıvrımlarını evirip çevirdi.

      “Vallahi…” dedi. “Memnunum. Sen bana bir alay çeri kadar kuvvet vereceksin. Fakat senin erkekliğine kim inanacak? Burası zihnimi gıcıklıyor!”

      “Hiç üzülme aslanım. Ben ata binip inmekte çok erkeği alt ederim. Zaten babamla düşüp kalkacağım, onun çadırında yatacağım. Sen çağırmayınca yanına gelmeyeceğim. Yüzümü de sarılı tutarsam kimse işkillenmez.”

      “İnşallah!..”

      İki saat sonra Cem, bütün Konya kadınlarının candan yükselttikleri dualar arasında, ordusunun başında şehri terk ediyordu, güzel İren de ordunun gerisinde ve babasının yanında at oynatarak âşığını takip ediyordu!

***

      Cem’in hedefi Bursa idi. Bu yeşil şehrin payitahtlığı kaybetmesinden beri çok yıllar geçmişti. Öyleyken ananevi kıymetini muhafaza ediyordu. Oraya sahip olanlar Osmanlı saltanatına vaziyet etmiş58 olacaklarını sanıyorlardı. Bu kanaat, pek de boş değildi. Bursa, Anadolu’nun Rumeli yakasına en yakın olan büyük şehriydi. Orada kurulan hâkimiyet, gerileri elde tutan ve Marmara’yı da geçmek istidadını taşıyan bir kuvvet demekti. Bu sebeple Cem, ordusunu Bursa üzerine yürütüyordu. Orayı ele geçirirse bütün Anadolu’nun hâkimi mevkisine geçecekti, kardeşiyle de saltanatı yarı yarıya paylaşmış olacaktı. Bu vaziyette son kozu oynamak, Rumeli ile Anadolu’yu güreştirmek daha kolaydı!

      Planlar çizilmiş, vazifeler ayrılmış ve herkes oynayacağı rolü bellemişti. Savaş günü askerin kumandanlığını Lala Yakup Bey’le Gedik Nasuh yapacaktı. Şimdilik ordu, Cem’in emri altında yürüyordu. Harp, her zaman olduğu gibi, o devirde de paraya ihtiyaç gösteriyordu. Bu ihtiyacın temini yükü de Defterdar Ahmet Bey’in omzundaydı. On beşinci asrın bu hudayinabit59 iktisatçısı yol boyundaki ve yakınındaki köylere, kasabalara, şehirlere “Cem Sultan vergisi” adlı bir salgın koyarak lüzumu kadar para topluyordu.

      Verginin tahsildarları yirmi otuz bin kişilik bir ordu idi! İstenilen parayı istenildiği anda veremeyen köy yahut şehir, bu otuz bin ağızlı tahsil memurunu birkaç gün doyurmak mecburiyetine düşerdi. Bu ikram, o vergiden daha ağır olduğu için halk, varını yoğunu ortaya koyup Sultan Cem vergisini ödemekte istical gösteriyordu. Bizzat şehzade de o zaman tabirince “mütemevvil” denilen şöhretli zenginlere fermanlar yazarak külliyetli para getirtiyordu!

      Şurası muhakkaktır ki, ordunun geçtiği yerler halkı, ağır bir vergi ödemelerine rağmen, Cem’in muvaffakiyetini istiyorlardı. Beyazıt, onlar için meçhul bir sima idi. Gözlerinin önünde parıldayan cesur ve genç şahsiyeti o meçhule tercih etmekte tereddüt göstermiyorlardı. Bu sebeple de Cem’in ordusu, yuvarlandıkça büyüyen bir kar topu gibi gün geçtikçe irileşiyordu.

      Şehzade giriştiği teşebbüste muvaffak olacağına emindi. Kardeşinin hiçbir tarafta ve hiçbir zümre arasında sevilmediğine zahipti. Onu padişah olarak tanımış olan yeniçerilerin de kendisiyle karşılaşır karşılaşmaz fikirlerini değiştireceklerini umuyordu. O vakit, Anadolu ile Rumeli arasındaki su, yeşil bir çimen gibi göğsünü kendine açacak ve Beyazıt, kim bilir nerelere kaçacaktı?..

      Cem’in şairleri, musahipleri, kâtipleri de aynı kanaati besliyorlardı, galibiyetin kendilerinde kalacağına, saltanat zevkinin aralarında paylaşılacağına inanıyorlardı. Her uğradıkları yerde, yapılan alkışlar, yükselen dualar da bu kanaati kuvvetlendirmekten geri kalmıyordu.

      Yalnız Lala Yakup Bey, bu sürüden ayrı idi, başka türlü düşünüyordu. Esasen o, Fatih’in bendelerindendi. Cem’e hizmet etmekle beraber yüreğinde asıl efendisinin muhabbetini yaşatırdı ve Cem’in açık surette padişahlık hırsı taşımasına için için kızardı. Şu kadar ki, bu hırsı, çocukça bir dilek saydığı için İstanbul’a bir şey yazmazdı, sadece tarassutla60 iktifa ederdi. Fakat Fatih’in ölümü tahakkuk edip de Cem’in silahla sahneye çıktığını görünce fena hâlde üzülmüştü. Bir kere bu teşebbüste büyük bir haksızlık görüyordu, küçüğün büyüğe silah çekmesini ananeye, ahlaka, doğru özlülüğe uygun bulmuyordu. Sonra Cem’in iyi bir padişah olacağına da itimadı yoktu.

      Onun şairlerle diz dize gelip ve kafayı tütsüleyip mey diye, mahbup diye bangır bangır bağırmasından, sabahlara kadar saz çaldırıp köçek oynatmasından hiç de hoşnut değildi. Beyazıt’ın fazla afyon kullanmakla beraber, çok dindar olduğunu biliyordu. Onun en büyük zevki din kitapları okumak, müneccimlik yapmak, elmas tıraş etmekti. Gerçi kadınlardan hoşlanırdı, fakat Cem gibi her güzele gönül vermezdi, haftanın yedi gecesini halvetlerde geçirmezdi.

      Bütün bunlar Yakup Bey’i hissen Beyazıt’a meclup61 bulunduruyordu. Lakin Cem’in yanında bu düşüncelerini, bu duygularını açığa vuramazdı, kafasının koparılmasından korkardı. Uhdesine verilen kumandanlığı da aynı korku ile reddedememişti. Fakat büyük bir azap içinde kıvranıyordu, için için ızdırap çekiyordu.

      Lala Bey’in elemini ziyadeleştiren bir sebep de bütün ordu arasında kendine uygun bir kafa bulamayışı idi. Herkes Cem’i pohpohluyor, Cem’i alkışlıyor, Cem’i haksızlığa sevk ediyordu. Yanlış bir istikameti kabul etmekte ittifak eden bu kalabalık içinde kendisi, pek bikesti.62

      Çok defa atının başını başka taraflara çevirip savuşmayı, haksız bir teşebbüsün başında bulunmak acılığından nefsini kurtarmayı düşünüyordu. Fakat bu kaçışına korkaklık manası verilmesinden çekinerek yine vazife başında, endişeleri arasında kalıyordu. Bu adam, dertleşecek tek bir adam bulsa sıkıntısı biraz azalacaktı, lakin bu bahtiyarlığa eremiyordu.

      Ordu, bir tenezzüh63 alayı gibi gülerek, eğlenerek ilerliyordu. Tek bir köy, tek bir kasaba ve tek bir şehir, Cem’in padişahlık hakkını inkâra kalkışmıyordu, hep bu hakkı kabul etmiş görünerek vergilerini veriyorlar, dualarını okuyorlar, hatta orduya asker de katıyorlardı. Bu, Yakup Bey’in büsbütün sinirlerini bozuyordu, içini bulandırıyordu.

      Nihayet Bursa’ya yaklaşıldı. İki üç gün sonra yeşil şehir görünecekti ve Sultan Cem, bir payitaht sahibi olacaktı. Ordu, zahmetsizce elde edilmiş görünen bu parlak neticenin zevkiyle şenlik yapıyordu, gülüp oynuyordu, Cem de Bursa’nın ne suretle tesellüm edileceğini, orada neler yapılacağını kararlaştırmak üzere bir meclis toplamıştı. Lala ve kumandan sıfatıyla ilk söz, Yakup Bey’indi. Cem, ona hitap ederek sormuştu:

      “Lala Bey, Bursa’ya yaklaştık. Uludağ bize bakıyor ve bizi selamlıyor. Şehrin kapılarını açacağına şüphe yoksa da şayet karşı koymak isterlerse tedbirin nedir?”

      “Açılmayan kapı kırılır!”

      “Demek hücum edeceğiz?”

      “Dönecek