M. Turhan Tan

Cem Sultan


Скачать книгу

şu sözleri söyledi:

      “Beni seven, ardıma düşüp can pazarına gelen erlere, savaştan evvel para dağıtmak çirkin olur. Ben bahşişimi kelle getiren yiğitlere veririm.”

      Yakup Bey, biraz müstehzi cevap verdi:

      “Kelle getirmeye gidenler, kellelerinin de gidebileceğini hesaplarlar. Bu hesabı bozmak için onların kesesini doldurmak gerek…”

      Cem, Lala Yakup Bey’i hoş tutması için anasının verdiği nasihati hatırladı ve gevşeyen sinirlerini bu tahatturla64 düzelterek Gedik Nasuh’a döndü:

      “Sen ne dersin, Nasuh Bey… Şimdiden askere para dağıtmak doğru mu?”

      “İlkin iş, sonra bahşiş!”

      “Sen ne düşünüyorsun Süleyman Bey?”

      Frenk Süleyman diye anılan bu dönme adam, yediği ekmeğin şükranını çiğnemeyen temiz yaradılışlı insanlardandı, Cem’e candan bağlıydı. Paranın, ürkekleri de cesur edeceğine kanaati vardı, tereddütsüz Yakup Bey’e hak verdi, onun mülahazasını tekrarladı:

      “Bir akçe bazen bir kılıç olur. Askerlerinizi bu silahla da kuvvetlendiriniz!”

      Fakat ekseriyet Gedik Nasuh’un fikrine iştirak etti, bu suretle de herhangi bir muharebeden evvel askere para dağıtılmaması, dil65 ve baş getirenlere bahşiş verilmekle iktifa edilmesi kararlaştırıldı.

      Lala Yakup, fikrinin kabul edilmemesinden dolayı kızmış ve kırılmış değildi. Hatta için için memnun oluyordu. Çünkü askerin şevksiz kalmasını emeline, henüz bir şekil veremediği o müphem emeline uygun buluyordu.

      Evet, Aştin oğlu Lala Yakup Bey, kendi duygularını bir türlü tahlil edemiyordu, düşüncelerine muayyen bir istikamet veremiyordu. Fakat tahteşşuurunda66 daimî bir kargaşalık vardı, saltanat için kavgaya çıkan iki kardeş yüzünden binlerce ve binlerce Türk’ün ölüme sürüklenmesi -dille söylenemeyen bir dert gibi- ruhunu yakıp kavuruyordu.

      Cem de memnundu, meclis kararının kendi haysiyetini korumuş olduğuna zahipti. Frenk Süleyman’ın reyini suya düşürdüğünden dolayı da ayrıca haz alıyordu. Anası, bu adama emniyet etmemesini, sözüne kıymet vermemesini söylememiş miydi? Cem, bu ana öğüdünü hatırlayarak Frenk Süleyman’ın reyi hilafına harekette isabet görüyordu. Zaten ekseriyet de kendisiyle beraberdi. Sadık bir itaatle “İlkin iş, sonra bahşiş!” diyorlardı. Bu sebeple neşeli neşeli müzakereye nihayet verdi.

      “Yarın…” dedi. “Yürüyüşe devam edelim, Bursa’ya varalım. Hürmet görürsek ikram ederiz, karşı konulursa şehri yıkarız. Şimdilik dağılalım…”

      Meclise iştirak edenlerin yer öpüp çıkmalarını müteakip bir köleye emir verdi:

      “Dimitriyos’u çağırın!”

      Ve köle çıkarken ilave etti:

      “Çift gelsin!”

      Köle, dudaklarına kadar gelen tebessümü göstermemek için ayaklarını hızlandırdı. Çünkü Dimitriyos’un çift gelmesi, Konya’dan beri yanında bulundurduğu delikanlıyı huzura getirmesi demekti. Köleler ve uşaklar, hemen her gece yarısı bu Rum eskisi ile o gencin uygunsuz bir çift hâlinde Cem’in çadırına geldiklerini, bir müddet sonra Dimitriyos’un başka bir çadıra geçerek Cem’i o esrarlı gençle baş başa bıraktığını görüyorlardı.

      Beylerin, kumandanların, bu yarı gece ziyaretlerinden belki haberleri yoktu, olsa da tecahül gösteriyorlardı, bilmez görünüyorlardı. Lakin uşaklar arasında, “Çift geldi, tek çıktı! Tekti, çift oldu!” gibi sözler, bir nevi açık bilmece gibi dönüp dolaşıyordu.

      Dimitriyos, uşakların gözlerinde gülümseyen istihzaları kör bir kayıtsızlıkla çiğneyerek kızıyla birlikte çadıra girdiği vakit Cem, ayaktaydı. Zekâsını kendi emrine ve kızını da kendi iştihasına hizmetkâr yapmış olan geniş düşünceli Rum’u görünce elini uzatıp öptürdü.

      “Dostum…” dedi. “Bu gece çok şey konuşuldu.”

      “Sonu hayrola padişahım!”

      “Yarın Bursa’ya varıyoruz.”

      “Mübarek ola padişahım!”

      “Bursalılar kale kapısını açarlar mı açmazlar mı? Bunu konuştuk. Bizim Lala Bey, harp olabilir dedi. Askere para dağıtılmasını istedi. Reddettim.”

      “İsabet buyurmuşsunuz padişahım. Taht üstünde doğanlar tahta doğru giderken kimseye rüşvet vermezler.”

      “Doğru eğri, öyle karar verdik. Savaştan evvel para dağıtmayı hoş bulmadık.”

      “Keramet göstermişsiniz padişahım.”

      “O hâlde sen de zarafet göster, bizi yalnız bırak…”

      “Ferman sizindir padişahım!”

      Cem ve İren, âdet edindikleri eğlenceye daldılar, uzun bir saat görüştüler, gülüştüler ve sonra mahmur bir musafaha ile ayrıldılar. Şehzade, esneye esneye yatağında kaldı. İren, gülümseye gülümseye babasının yanına gitti.

      Âdetleri, çadırlarına dönmekti. Fakat Dimitriyos, büyük otağ mıntıkasından ayrılır ayrılmaz durdu.

      “İren!” dedi. “Lala Bey’e gidelim.”

      “Sırası geldi mi?”

      “Tohum ekmenin tam sırası… İyi ekin biçmek için tohumu vaktinde saçmalı!”

      “Lala Bey tarladır, sen de çiftçisin. Ben ne yapacağım?”

      “O tarla suyu, ışığı senden alacak!”

      Kız yüzünü ekşitti, istikrah gösterdi:

      “Oh, baba… Ben o adamı hiç sevmiyorum.”

      “Dereler, besledikleri toprağa âşık olmazlar çocuğum. Güneş de ısıtacağı yerin güzelliğini, çirkinliğini aramaz.”

      “Fakat ben insanım, yürek taşıyorum.”

      “En temiz yürek, kinini bilen yürektir. İlkin öç, sonra sevgi!..”

      “Kinimi unutmuyorum, pot kırmaktan korkuyorum.”

      “Cem’in yanında böyle düşünmüyorsun, vazifeni pekâlâ yapıyorsun.”

      “O genç ve güzel. Üstelik prens. Beni okşarken kalbim iğrense bile kalıbım zevk alıyor.”

      “Lala Bey de bizi hedefe çıkaracak kıymetli bir merdivendir. Onu adım adım çiğnemekte, yavaş yavaş merama ermek zevki vardır.”

      “Meram, meram, meram! Bu ne tükenmez yol?..”

      “Tükenmeyen ömür gibi tükenmeyen yol da yoktur. Hüner, sendelemeden yürümekte!”

      “İşte ben, o sendeleyişten korkuyorum.”

      “At kuyruğuna bağlanıp parçalanmak istemiyorsan adımlarını dikkatli atacaksın, dediklerimi yapacaksın. Küçük bir şüphe, ikimizi de mezara götürür.”

      Kız, dudaklarını ısırdı, eliyle yüzünü kapadı, inledi:

      “Ben yaşamak istiyorum!”

      “Yaşamak için Cemleri, Lalaları, Nasuhları, daha sonra Gedik Ahmetleri, Beyazıtları düşürmek lazım. Biz bu büyük işin fedaileriyiz!..”

      “İki cılız fedai!”

      “Belki öyle. Fakat arkamızda koca bir Avrupa var. Birçok saraylar,