kendi dairesine ayak attığı zaman şehzadelikten padişahlığa geçmiş gibi hissen değişmişti. İren’in sözleri ona hem yürek kuvveti hem gurur vermişti. Başka türlü yürüyordu, başka çeşit bakıyordu. Bu, her gencin ruhunda sık sık beliren gaflet dalgalarıdır. Basit bir imtihana hazırlanan gençler, büyük bir harbe giriyorlarmış gibi heyecanlanırlar ve imtihan sonunda eşsiz bir zaferin gururunu duyarlar. Yine o gençler, kendi hülyalarından hakikat zevki alırlar, boşluklar arasında şişkinlikler tevehhüm ederler. Cem de gençti, henüz yirmi iki yaşlarındaydı. Padişahlık hülyalarını o anda tahakkuk etmiş gibi görerek engin bir sevinç içinde kanatlanıyordu, başka ufuklarda yürüdüğünü sanıyordu. Kendini selamlayan hizmetçilerine bakışında bile bu değişiklik belli oluyordu. Evvelce o hizmetçileri lazımlı birer unsur tanıyarak iltifat ederdi, şimdi birer hiç mesabesinde görüp müstağni bakışlarla çiğneyip geçiyordu.
Anasının dairesiyle kendi dairesi arasında oğlunun ve kızının odaları vardı. Her biri ayrı anadan doğan bu çocuklar, henüz süt emme çağında bulunuyorlardı. Cem, padişahlığa yükselmek üzere bulunduğu bir anda onları da görmek arzusuna kapıldı, ilkin oğlunun odasına girdi. Çocuk beşikte, sütninesi yerde, annesi de yatakta yatıyordu. Şehzade hiçbirini uyandırmadan bir iki adım attı, som gümüşten yapılmış, taşlarla süslenmiş olan beşiğin örtüsünü açtı, mışıl mışıl uyuyan yavruyu uzun uzun süzdü.
“Merhaba evlat!” dedi. “Güle güle uyu, güle güle büyü. Bir gün gelecek, sana üçüncü Murat denecek!”
Fakat birdenbire durakladı, kaşlarını çattı, gamlı gamlı düşünmeye daldı. Şu minimini yavrunun bir gün üçüncü Murat diye anılacağını gelişigüzel söylemişti ve bu söylenişle de onun Osmanlı tahtına namzet bulunduğunu tasrih etmiş oluyordu. Hâlbuki Murat ismini taşıyan bu çocuktan iki yaş büyük bir oğlu daha vardı, adı Oğuz Han’dı, İstanbul sarayında bulunuyordu, Fatih tarafından terbiye ettiriliyordu, yetiştiriliyordu.
Şimdi o ne âlemdeydi? Beyazıt İstanbul’a gelip de tahta çıkarsa masum yeğenini sağ bırakacak mıydı? Yoksa gizli bir kuvvet, Oğuz’un ölüme mahkûm olduğunu ve Murat’ın istikbalde kendine vâris olacağını mı hissettiriyordu?
Cem, işte bu mülahaza ile kederlenmişti, uzakta ve ölüm tehlikesi karşısında bulunan yavrusunu düşünüyordu. Gün doğar doğmaz ilan edilecek saltanat, yapılacak harp, kazanılacak zafer ve hiçbir şey, o yavrunun hayatını kurtaramazdı. Demek ki o, tahta çıkmak için ilkin kendi oğlunun cesedine basmak mecburiyetinde idi. Bu, ne feci bir yükseliş veya ne hazin bir alçalıştı!
Genç prens, gözlerine dolan nemleri eliyle sildi, yavaşça eğilerek küçük Murat’ın yüzünü öptü.
“Elhükmü lillah!” dedi. “Oğuz’u kurtarmak için tahtı feda edemem. O ölürse Üçüncü Murat sağ olsun. Ben de henüz gencim, dincim. Dördüncü, beşinci Muratları da dünyaya getirebilirim. Boş düşüncelerle üzülmek doğru değil!”
Sonra beşiğin örtüsünü çekti, odadan çıktı, yanındakine girdi. Orada da bir iki dakika kalarak beşikteki kızını öpüp okşadı, müteakiben anasının dairesine geçti. Ne Murat’ın ne de küçük kızın odasında onların anneleriyle alakadar olmamıştı. Her ikisi de sayılı güzellerden olan bu biçare anneler, kocalarının ziyaretini ummadıkları için uykuya dalmışlardı, hicranlarını rüyalarla avutuyorlardı. Eğer onlar, Cem’in odalarına geleceğini bilseler, kirpiklerini kırpmadan beklerlerdi ve o geceyi bir şifa gecesi sayarlardı. Fakat saadet, kendilerini renksiz bir rüya gibi ziyaret etmişti!
Cem, İren’in ve kendi zevcelerinin odalarına sellemehüsselam girivermişti. Zaten saray ananesi de öyleydi, oda kapıları kapanmazdı, efendinin istediği zaman girebilmesi için daima açık bulundurulurdu. Aynı anane valide sultanın oda kapısını da açık tutuyordu. Şu kadar ki, o kapının önünde iki harem ağası nöbet bekliyordu, onlar canlı birer kilit gibi kapıyı kapalı bulunduruyorlardı.
Cem, kölenin yanına gelince durdu ve sordu:
“Valide uyuyor mu?”
Birisi yerlere kadar eğildi ve cevap verdi:
“Hayır sultanım, uyumuyorlar, sizi bekliyorlar.”
“Beni mi bekliyorlar, ne münasebet?”
“Sizin buraya teşrifinizi değil, dairenize gelmenizi bekliyorlar. Bize emir buyurdular, avdetinizi kendilerine arz edeceğiz, o zaman istirahate çekileceklerdir.”
“Demek şimdi oturuyor?”
“Evet sultanım!”
Cem, eşiği atladı, kapının perdesini eliyle salladı, hafifçe öksürdü ve izin istedi:
“Valide! Sizi görebilir miyim?”
Cevap, bir ipek hışırtısı ve bir billur ses oldu:
“Anan sana kurban, sultanım. Hoş geldin, safa getirdin.”
Ve perdeyi kaldıran Cem, kollarını açan annesiyle kucak kucağa geldi. Fatih’in nikâhlı dul hayatı yaşayan güzel karısı, mücessem bir şefkat ve mücessem bir muhabbet hâlinde oğlunun saçlarını karıştırıyor, yanaklarını okşuyor ve bu nüvazişler içinde onu, köşe minderine doğru götürüyordu.
Çiçek Hatun o sırada otuz sekiz yaşlarındaydı, lakin otuzunda görünüyordu, o kadar terdi, tazeydi. Dokuz yıldan beri kocasının yüzünü görmemişti, bütün yüreğini oğluna vermişti. Cem için yaşıyordu, Cem’den hayat alıyordu. Çehre itibarıyla en zarif çiçeklerden güzeldi, endamca harika sayılacak bir nefasete malikti. Bakışında dayanılmaz bir letafet, tebessümlerinde baygınlık yaratan bir tatlılık vardı, hakikaten kusursuzdu, tam bir imparatoriçe idi.
Cem, anasının güzelliğine hayrandı, zekâsına büyük bir itimat beslerdi, gençliğini kendi için feda ettiğinden dolayı da ona minnettarlık taşırdı. Padişahlığı olanca ihtirasıyla arzu etmesinin bir sebebi de anasını kürenin en büyük kadını mevkisine çıkarmak içindi. O devirde, kraliçelerin, imparatoriçelerin birçok rakibeleri vardı. Hele Türk sarayında hükümdar kadınları, kocalarının yalnız rüyasını yaşarlardı. Onların en yüksek emelleri “ana” olmaktı, fakat o saadete erince kocalarını kaybederlerdi. Nitekim Çiçek Hatun da ana olduktan sonra kocasını değil, Topkapı Sarayı’ndaki odasını bile arkada bırakmak mecburiyetine düşmüş, ta Konya’ya atılmıştı.
Lakin valide sultanlar, mutlak bir infirat43 içinde hüküm sürerlerdi. Ne gözdeler ne hasekiler ne maşukalar, valide sultanla rekabet edemezlerdi. Onlar, incisine daima koynunu açan bir sedef gibi rakipsiz kalırlardı. Cem’in padişah olmasıyla beraber Çiçek Hatun da valide sultanlık mevkisine geçeceği için tabiatıyla dünyanın en büyük kadını olacaktı.
Cem, anasına işte bu saadeti müjdeleyecekti. Fakat içine bir tereddüt, bir çekingenlik gelmişti. Verilecek haber, bu güzel kadına “dul”luk acısını aşılayacaktı. Genç prens, anasının yüreğine kendi ağzından bu zehrin dökülmesini çok ağır buluyordu.
Ölen adam, filhakika kendisinin de babasıydı, bu sebeple en büyük acıyı, sızıyı ve matemi yine kendisinin duyması lazımdı. Lakin ölüm tac-ü taht getiriyordu ve bu büyük miras, bütün o acıları, hatta ölüye acımak kabiliyetini silip süpürüyordu. Hâlbuki annesi, dolayısıyla yükselse bile bir taraftan yaralanıyordu. Sakatlanıyordu, dul kalıyordu. O vaziyetin ifade ettiği ruh boşluğu, kolay kolay doldurulamazdı, valide sultanlık bile o ruhi uçurumun üstünde nihayet yaldızlı bir tül olabilirdi.
Cem, anasıyla yan yana oturdukları minderin üzerinde bu mülahazayı geçirirken Çiçek Hatun sordu:
“Aslanım, niçin bu vakte