M. Turhan Tan

Cem Sultan


Скачать книгу

düş görmesek…” dedi. “Siz babanızın ölümünü karşınıza dikilecek cellattan öğrenecektiniz. O zaman da iş işten geçmiş olacaktı…”

      Cem, sert bir hareket yaptı, Çelebi’nin sözünü kesti:

      “Susunuz, o uğursuz haberi tekrarlamayınız. Tanrı benim ömrümü alsın, babama versin.”

      “Belki biz de böyle bir fedakârlık yapardık, şevketlu hünkâr için ömrümüzü peşkeş çekerdik. Ne çare ki, ecel geldi, onu götürdü.”

      “Susunuz dedim, susunuz! İçime alev yayılıyor.”

      “Ben susarsam baban dirilir mi?”

      “…”

      “Dirilmez, çünkü o âleme giden bir dahi geri gelmez. Ne yazık ki Karamanlı vezir, size bir haber uçurmadı. Bakın, bugün ayın dokuzu. Kardeşiniz çoktan müjdeyi almıştır. İstanbul’a yollanmıştır. Üç güne varmaz, senin de katlin emri Konya kadısına gelir!”

      Beyazıt’ın İstanbul’a yollanması ihtimali Cem’in ihtiyatkârlığını altüst etti, sinirlerini yaktı, gözlerini kararttı ve bağırır gibi bir sesle sordu:

      “Mehmet Paşa onu çağırmış mı demek istiyorsunuz?”

      “Evet, öyle diyorum ve hatta hükmediyorum. Zira düşümde Amasya’ya doğru giden bir de keklik görmüştüm.”

      “Keklik mi?”

      “Beli, keklik, ağzında bir de mektup vardı!”

      Cem, daha fazla dayanamadı, ayağa kalktı.

      “Şeyhim…” dedi. “Beni berbat edip bıraktın, yüreğime kor döktün, zihnime bulut yığdın! Var git, rahat et. Beni de kendi hâlime koy ki, babam için Tanrı’ya yalvarayım.”

      Hacı Çelebi, artık gidilmek lazım geldiğini anladı, şehzadeyi selamladı ve öğüdünü tekrarladı:

      “Bizim düşümüz yalan çıkmaz, söylediklerime inan, başının çaresine bak, biz duadan geri kalmayız, elimizden gelen yardımı da esirgemeyiz.”

      Cem, cevap vermedi, tahtın öbür vârisine yazacağı jurnali zihninde hazırlamakla meşgul olan Çelebi’yi oda kapısına kadar götürdü ve onun uzaklaşmasıyla beraber kendi hareme koştu. Annesiyle görüşmek, ondan hem fikir hem kuvvet almak istiyordu. Koridorları hızlı hızlı geçerken bir odanın eşiğinde Şair Lâlî’yi gördü. Herifçeğiz sızmıştı. Eşiği yastık yaparak upuzun yatıyordu.

      Şehzade bir saniye durdu, sızgın şairi gözden geçirdi ve mırıldandı:

      “Buna Uğursuz diyorduk, bu gece uğur getirmişe benziyor. Çelebi’nin dediği doğru çıkarsa Lâlî’yi reisüşşuara yaparım, adını da bizim enişte gibi Uğurlu korum!”34

      Ve bir şey hatırlamış gibi elini alnından geçirdi.

      “Çelebi…” dedi. “Büyük bir bahşiş hak etmişti, alamadı. O bahşişi şu uğurluya vereyim!”

      Sonra belindeki lahuri kuşaktan kaim köstekli ve birkaç kubbe camlı güzel bir saat çıkardı, sızgın şairin koynuna soktu, yine yürümeye koyuldu. Artık harem dairesindeydi. Dar koridorlara kanat geren koyu karanlığı, renk renk camlar arkasına saklanan kandillerin korkak işaretleriyle yarabiliyordu. Geçtiği yerler, halayıkların ve harem ağalarının koğuşları idi. Gecenin bu vaktinde onlarda yalnız karanlık, yalnız sessizlik yaşardı ve bu hayatın ninnisini uyuyanların rüyalı mırıltıları söylerdi.

      Cem, bir ayak evvel kendi dairesine varmak için adımlarını açmıştı, o ıssız zulmetten içine garip bir ürküntü geliyordu. Cılız kandillerden dökülen soluk benekler, görünmeyen gözlerden dökülen yaşlara benziyordu. Bu yaşlar, gecenin ruhundan dökülmüyormuş, babasının mezarına doğru uçuyormuş gibi onu rahatsız ediyordu. Kendi dairesine varınca bol ziyaya kavuşacak, ağlayan gecenin kucağından kurtulacaktı.

      Nihayet oraya yaklaştı, uyumak hakkını kendi ayaklarıyla çiğneyen nöbetçilerle ve telleri ziyadan örülü bir süpürge gibi karanlığı mütemadiyen silip dağıtan avizelerle karşılaştı. Nöbetçiler, habersiz gelen efendilerini korku ile karışık bir hürmetle selamlıyorlar ve yine kendi mıntıkalarında kalıyorlardı. Ona kılavuzluk eden avizeler, fenerler, kandillerdi. Ve Cem, bu parlak kılavuzların nefesleriyle işlenen nur halı üzerinde hızlı hızlı yürüyordu.

      O, anasının yanına gitmek istiyordu, prensesin yattığı yer, kendi yatak odasının yanı başında bulunuyordu. Her iki daireye girilecek noktada, büyük dehlizin bitim yerinde başka bir oda vardı. Genç prens, kapısı Türkmen kilimleriyle perdelenen bu odanın önünde birdenbire durdu, Şair Lâlî’nin sızgın gövdesi önünde yaptığı gibi elini alnından geçirdi, düşünmeye daldı. İki adım ileride bir harem ağası, daha ötede diğer bir köle göze çarpıyordu. Onlar, kendi renklerinin tarihini gecenin ağzından dinler gibi siyah bir sükût içinde dimdik duruyorlardı, küçük bir canlılık göstermiyorlardı.

      Cem, iki üç dakikalık bir düşünce geçirdikten sonra başını salladı.

      “Müjdeyi…” dedi. “İlkin İren’e vereyim. Anam ikinciye kalsın!”

      Ve mahzuz bir hamleyle perdeyi kaldırdı, odaya girdi.

      Burası bütün eski evlerde, konaklarda, saraylarda olduğu gibi şirvanlı, ocaklı bir yerdi. Tek bir penceresi vardı ve bu pencere aydınlık yolu olmaktan ziyade süs olsun diye yapılmışa benziyordu, açıklara ve göğe değil, dehlize bakıyordu. Dolaplarla, raflarla yer yer zedelenen duvarların yaralarına çini merhemler sürülmüştü. Bu merhemlerin parlak renkleri o hendesi35 yaraları biraz örtüyor gibiydi.

      Kapının tam karşısına gelen yataklıkta genç bir kız yatıyordu. Yorgana değil, kendi saçlarına sarınmış görünen bu kız, ilk bakışta beğenilen, gözlerde imrenti uyandıran mahluklardandı. O uyku hâliyle ve o yarı karanlık içinde bilhassa güzel görünüyordu. Başı ucunda yanan iki iri mumun yüzüne aksettirdiği gölgeler, kemalini bulmuş bir ay üzerinde kehkeşanlar dolaşıyor zannını uyandırıyordu. Omuzlarından göğsüne ve daha aşağılara doğru uzanan saçlar o güzel çehreye, altın telden örülme saçaklı bir ağ içine giren mehtap manzarası veriyordu.

      Yatağın ayak ucunda ve yerde başka bir kız daha vardı. Bu, bir halayıktı, başını yatağın kenarına iliştirerek uykuya dalmıştı. Gerçi o da güzeldi, lakin berikine göre onun letafeti, tavuslar yanında sülün güzelliğini andırıyordu.

      Genç prens, kollarını göğsüne kavuşturarak bir müddet yataktaki kızı süzdü, yanık yanık içini çekti, sonra adımlarını sessizleştirerek ilerledi, genç halayığın yavaşça kulağını çekti ve o, korku ile karışık bir telaş içinde gözlerini açınca parmağını ağzına götürdü, fısıldadı:

      “Sus ve çık!”

      Halayık, iliklerine kadar yayılan derin bir iç titreyişini sendeleyen ayaklarında toplayarak odadan çıktı, yerini Cem’e bıraktı. Şehzade, tıpkı o halayık gibi yatağın ayak ucuna ilişmişti. Uyuyan bir güneş seyreder gibi kızı gözden geçiriyordu. Babasının ölümüne dair işittiği haberi unutmuşa benziyordu. Çünkü bakışlarında saltanat hırsının ısırıcı siyahlığı yoktu, bilakis güzelliğe hayran bir ruhun munis yumuşaklığı parlıyordu. İhtimal ki şu kız, İren namını taşıyan bu Rum dilberi, masum bir gaflet içinde açık bıraktığı emsalsiz güzellikleriyle Cem’in benliğinde ani bir fırtına koparmıştı ve ona her şeyi unutturup yalnız güzelliğe hayran olmak zevkini yükletmişti.

      Beşerî