ruhen meftun olan ve büyüklüğü güler yüzlülükle cömertlikten ibaret sayan bir halk için Cem, kâmil bir insan demekti. O, aklın yaşta değil başta olduğunu mükemmelen ispat ediyordu, herkese parmak ısırttırıyordu.
Onun ismi etrafında hayli dedikodular da vardı, sarayında tuhaf eğlenceler yarattığı, kadınlara erkek ve erkeklere kadın elbisesi giydirip birtakım oyunlar yaptırdığı, hovardalıkta çok ileri gittiği söyleniyordu. Fakat bunlar, nihayet birer rivayetti. Ne âyandan ne eşraftan kimsenin onu sarhoş veya çapkın gördüğü yoktu. Hangi yüreklere el uzattığı, kimleri güldürüp kimleri ağlattığı meçhuldü. Kulaktan kulağa sürüklenen fısıltılar hep müphemdi, maddeye istinat ettirilmiyordu.
Cem Sultan, bu dedikodulardan bihaberdi. Yalnız halkın sevgi tarafına kıymet ve ehemmiyet veriyordu. Kendini biraz daha sevdirmek için zaman zaman hamleler yapıyordu. Bütün Konya’da ekmeksiz kulübe, çıplak omuz, yalın ayak bırakmamıştı. Âdeta Hızır rolü oynuyordu.14 Dört yana dağıttığı memurların kimseye sezdirmeden yaptıkları tecessüs neticesinde yoksullara gıda, hastalara ilaç, çıplaklara elbise dağıtıyordu. Borçluları alacaklıların tazyikinden kurtarıyordu, yetim kızlara koca buluyordu ve bütün bunları umulmayan zamanlarda yaparak yardımlarına bir nevi manevi kıymet verdiriyordu.
O devirde Karaman vilayeti birçok Türk aşiretleriyle dolu idi. Cem, onların da ruhi temayüllerini okşamakta maharet gösteriyordu. Sık sık sürgün avları yapar ve aşiret beylerini yanında bulundurarak kendi biniciliğini, atıcılığını, vuruculuğunu onlara lezzetle seyrettirirdi. Bu nümayişler, mahsulsüz kalmıyordu. Her aşiret -yavaş yavaş- Cem’in şahsında bir destan mevzusu görmeye başlıyordu.
Cem, müstebit bir hükümdarın oğluydu, idaresini deruhte ettiği vilayetin mesuliyetsiz amiri mevkisinde bulunuyordu. Ne yaparsa yanına kalabilirdi, kimse kendinden hesap soramazdı. Bu sebeple har vurup harman savurabilirdi. Karaman vilayetini soyup soğana çevirmek elinden gelirdi. Lakin o, adil davranıyordu. Herkes için şefkatli görünüyordu, bir aldığı yere on veriyordu, iradından fazla masraf yapıyordu, borçlarını da babasına ödetiyordu.
Şehzade terbiyesine çok aykırı düşen bu yaşayışın, halka hoş görünmeye çalışmaklığın sebebi, pek mühimdi. Genç prens, Osmanlı saltanatı için kavgaya hazırlanıyordu. Taç, onun için mutlaka erişilmesi ve yakalanması lazım gelen hayati bir serap idi. Ne ay ne güneş, o serabın pırıltısını gözünden silemiyordu. Cem, o cazip hedefe erişebilmek için engin bir yardıma muhtaç olduğunu da müdrikti. Daha çocukken, henüz on üç yaşında iken babası aleyhine bir hükûmet darbesi hazırlamak istemişti, Fatih’in Anadolu’da Uzun Hasan’la çetin bir harbe girişmesinden ve kendisinin de padişah vekili sıfatıyla İstanbul’da bulunmasından istifade ederek böyle bir teşebbüse girişmişti. Yardımcıları yahut yardakçıları iki nediminden ibaretti. Öğütçüsü de anası Çiçek Hatun’du.
Bu dört kişilik heyetin en büyük silahı yalandı. Fatih’in, Uzun Hasan’a karşı mağlup olduğunu, zincire vurulup Diyarbekir’e götürüldüğünü, orada öldürüldüğünü etrafa yayarak güya “darbe-i hükûmete zemin” hazırlamak istiyorlardı. Hâlbuki İstanbul’da kalan muhafız yeniçeriler, acemi oğlanları, bir kısım sipahiler ve bilhassa halk, Fatih’in mutlaka galip geleceğine iman besliyorlardı, padişah vekili namına ortaya atılan rivayetlere ehemmiyet vermiyorlardı.
Netice tabiatıyla hüsran oldu, Fatih’in galebesine ait müjdelerin gelmesiyle Cem takımının yakmaya çalıştığı mum söndü. Hatta genç prensin hayatı tehlikeye düştü. Fakat Fatih, umulmaz bir şefkat gösterdi, padişahlık isteyen oğluna ilişmedi, yalnız nedimlerini öldürttü, kendisini de Karaman’a yolladı.
İşte o günlerden beri o serap, o ılgım salgım15 Cem’in göz bebeklerinde yaşıyordu. Babasının elinden alamadığı saltanat tacını, onun mezarına basarak kapmak, yakalamak emelini güdüyordu. Lakin meramına kavuşabilmek için büyük bir yardımcı kuvvete lüzum olduğunu -geçirdiği tecrübeden sonra bilhassa- anladığından iyi görünerek ve iyilik yaparak Karaman muhitinde o yardımı temine uğraşıyordu. Her verdiği bahşiş, her saçtığı tebessüm rüşvetti, sırasında o rüşvetin karşılığını toplayacaktı!
Saray haricinde tasavvurunu sezdirecek küçük bir kelime söylemezdi, sadece vazifesiyle meşgul oluyor gibi görünürdü. Fakat adamlarıyla baş başa kalınca hep o serabı anardı ve ancak o mevzu üzerine konuşurdu. Bazı ihtiraslar, bulaşık illetlere benzer, gönülden gönüle geçer. Saltanat hırsı bu sari hastalıkların en mühimlerindendir. Cem’in beslediği ihtiras da etrafında yaşayanlara tamamen sirayet etmişti. Anası Çiçek Hatun başta olduğu hâlde karısı, ağaları, nedimleri, hep o hülya ile vakit geçiriyorlardı, aynı rüyayı yaşıyorlardı.
Fatih Sultan Mehmet, henüz sağ ve sapasağlam bulunduğu, veliahdın da sıhhati yerinde olduğu hâlde Konya sarayındakiler, âdeta Osmanlı tahtına sahip geçiniyorlardı. Çiçek Hatun, kendi yatağında bir valide sultan gibi uyuyordu. Defterdar şahidi, bütün imparatorluğun maliye amiri gibi hesaplar yürütüyordu. Nişancı Sadi, şimdiden Macar kralına, Mısır sultanına, Venedik dojuna gönderilecek “name-i hümayun”ların müsveddelerini hazırlıyordu, Şair Kandi, gün başına bir cülus tarihi yazıyordu!
O gece de aynı şeyi konuşuyorlardı. Cem Sultan’ın tahta çıkmasıyla beraber vezirler, valiler ve kumandanlar arasında yapılacak değişiklikleri -kim bilir kaç yüzüncü defa olarak- müzakere ediyorlardı. Cem’in maiyet alayı kumandanı olan Gedik Nasuh, Sadrazam Karamanlı Mehmet Paşa’nın azlolunup olunmayacağını sordu. Şehzade menfi bir işaret yaptı.
“Hayır…” dedi. “Onu yerinde koyacağım. Bana sadakati var!”
“Cenabın benden iyi bilir ama davaya delil ister şehzadem. Mehmet Paşa’nın sana sadık olduğu ne malum?”
“Amasya’dakini babama gamz etti,16 kötülemeye savaştı. Beni sevmese bunu yapmazdı.”
Cem, büyük kardeşi Beyazıt’ı hep o suretle, “Amasya’daki” kelimesiyle anardı. Onun adını ağzına almaktan iğrenirdi. Şimdi de Karamanlı Vezir’in sadakatini delil ile ispat etmek isterken aynı şeyi yapmıştı. Fakat berikiler, efendilerinin kardeşini hürmetsiz bir lisanla anamazlardı, bunu bizzat Cem’e karşı saygısızlık addederlerdi. Şu kadar ki hürmetle de anmak ellerinden gelemezdi, çok dikkatli hareket etmek mecburiyetinde kalırlardı.
Gedik Nasuh da bu dikkati yaptı, Beyazıt’ı dile almadan hadiseyi sordu:
“Ben kulun bu işi bilmiyorum. Karamanlı Vezir sana yarar ne yaptı ki?”
“Amasya’dakinin gece gündüz afyon yuttuğunu, salaklaştığını, bu gidişle bunayacağını babama söyledi”
“Sonu ne oldu?”
“Babam kızdı. Amasya’dakinin lalası Fenarizade Ahmet Bey’e ağır bir mektup yazdı, bir iyi azarladı.”
“Azarlanan lala!..”
“Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla demezler mi? Bu da öyle… Silleyi yiyen Ahmet Bey olsa da acısını çeken öbürüdür!”
“İş sözde kalıyor şehzadem. Hâlbuki söz uçar!”
“Yazı uçmaz Nasuh Bey. Zaten Karamanlı Vezir, o mektubun suretini bana gönderdi. Muska gibi saklıyorum. Günü gelir, lazım olur.”
“Aklım kısadır şehzadem, beni hoş gör, anlamadım. O mektuptan size ne fayda hasıl olur?”
“Amasya’daki ile bir gün karşılaşırsak, boy ölçüşürsek o mektubu bir mızrağın